Yıllardır kendi dünyasının kapalı kapıları ardında yaşıyor Semiramis Pekkan. Tükiye’nin ikinci Pekkan’ı, ablasının aksine spot ışıkları altına çıkmayı sevmiyor, röportaj vermeyi de, hatta kendisi hakkında fazla konuşmayı da. Oysa tiyatro, sinema derken şarkıcılıkla devam eden ilk dönemki sanatçı kariyeri, Londra ve Los Angeles podyumlarına kadar sıçramış,
uluslararası modacılar arasına adını yazdırmış, Women’s Wear Daily dergisinin “En önemli 100 kadın listesinde” Lady Diana’nın birinci geldiği sene altıncı sırada yer aldırmıştı. Bütün bunlara evliliklerini, dünya jet sosyetesindeki konumunu da eklerseniz, mükemmel bir film öyküsü olur onun hayatı. Semiramis’le 2 yıl önce bir röportaj yapmıştım. Bu konudaki perhizini ilk ve son kez benim için o zaman bozmuştu.
İçimdeki arsız gazetecinin sesine uyarak geçenlerde bir kez daha dayandım kapısına ve yine aynı cevabı aldım: “İzzetciğim hiçbir şey üretmiyorum ki bu aralar, ne anlatayım sana.” “Eskiden anlattıklarını yeniden anlat yeter” dedim. “Geçmişin de değişmedi ya bu kadar süre içinde.” Artık ısrarlarımdan bıktığından mı, yoksa kendime vehmettiğim şeytan tüyünün büyüsü sayesinde mi bilemeyeceğim ama oturduk karşılıklı, tekrardan başladık konuşmaya.
İyi ki konuşmuşuz. O gün de söylediğim gibi; bir iceberg gibi dışarıdan sadece küçük bir kısmı görünen Semiramis Pekkan’ın, suyun altında kalan o güzel, insancıl ve sımsıcak yüzünün hiç olmazsa bir kısmını görebildik bir kez daha.
Yıllardır gizemli bir perdenin ardından hayata bakan bir kadın Semiramis Pekkan. Oysa “Bu Ne Biçim Hayat” diye sahnelerin tozunu attırdığı günlerde bambaşka bir Semiramis vardı karşımızda. O günleri biraz anlatsana. Nasıl oldu da şarkıcılığa başladın? - Aslında benim sanat hayatım çok daha eskilere dayanır. Bunu pek kimse bilmez ama Genco Erkal, Rutkay Aziz gibi tiyatronun en usta oyuncularıyla birlikte Ankara Sanat’ta sahneye çıktım.
Daha genceciksin o zaman. Kim gördü sendeki o yıldız ışığını? - Haldun Dormen. Bir gün elimden tutup AST’a (Ankara Sanat Tiyatrosu) götürdü beni. Güner Sümer “Bozuk Düzen”in provalarına başlamış. “Bir dene şu kızı” dedi.
Eti senin kemiği benim hesabı. Korkmadın mı o kadar ustanın karşısında? - Cahil cesareti belki. Elime bir tekst tutuşturdular, “Yarın provaya gel” dediler. Sabaha kadar oturup diğer oyuncuların rolleri dahil bütün oyunu ezberledim. Ertesi sabah gittiğimde bir baktım ki kimse tekste bakmamış bile. Ömrümde ilk defa bir tiyatronun mutfağına giriyorum.
Çabuk çıkmadın mutfaktan herhalde. - Olur mu... “Sahne Işıkları”, “Brooklyn Köprüsü”, “On Küçük Zenci” gibi oyunlarda oynadım. Çok da iyi kritikler çıktı hakkımda. Ama maalesef hiç para kazanılmıyor tiyatroda...
Peki Haldun Bey ile nasıl tanışmıştınız? - Haldun ile 2 yıl sevgili olarak yaşadık. Çok takdir ettiğim, hayran olduğum bir insandır. O zamanlar kimseyi tanımıyorum, kim kimdir bilmiyorum. İstanbul’da sosyal hayata ilk adımları atmama Haldun sebep olmuştur.
Sonra bir de sinema maceran var yanılmıyorsam. - Tiyatroyu çok seviyordum ama ekonomik olarak çok sıkıntıdaydım. Sandım ki filmlerden biraz para kazanabilirim.
Kazandın mı bari? - Nerdee! O da hayalmiş. 12 film yaptım ama elimde sadece ödenmeyen senetler, bir de estetik ameliyat yadigar kaldı o günlerden. “Kızım iyi oyuncusun ama burnunda bir kemer var” dediler. Hemen ertesi gün ameliyat oldum. 1966 yılıydı.
Para kazanamamışsın ama hoş bir burun kazanmışsın. O dönem birlikte oynadığın aktörlerden seni en çok etkileyen hangisi oldu? - Tabii ki Yılmaz Güney. Müthiş zekiydi ve sapına kadar sinemacıydı. Neredeyse deliliğe varan da bir karakterdi ama çok etkileyiciydi.
Pek çok kadın aynı şekilde düşünüyor. Galiba biraz da çapkınmış. Bir gönül macerası oldu mu aranızda? - Yok ama çok matrak bir adamdı. Bir gün Sait Halim Paşa Yalısı’nın olduğu yerde Ajda ile oturuyoruz. Bir garson heyecanla geldi “Süleyman Bey gelmiş, aşağıda sizi bekliyorlar” dedi. “Kimmiş Süleyman bey” diye sordum. “Süleyman Demirel” demez mi.
Eh, Semiramis Pekkan’a da Süleyman Demirel gibi bir konuk yakışır. - (Gülüyor) Elim ayağıma dolaştı, hemen aşağıya koştum, bir baktım karşımda Yılmaz. Kahkahalarla gülüyor. Deli adam. Allah rahmet eylesin.
Sahneye geçiş nasıl oldu? - Playboy’dan sahne teklifi geldi, İstanbul’un en elit kulüplerinden biriydi.
O günlerde Ajda’nın yıldızı da iyice parlamış. Belki de onun kardeşi olduğun için çıkarmak istediler seni. İkinci Pekkan hiç de fena fikir değil. - Tabii canım. Ajda yine 1 numara o zamanlar. Zaten teklifi getiren İbrahim Bey de açıkça “Seni ablanın karşısına rakip olarak çıkarmak istiyorum, onun süksesi müthiş” dedi.
Ne hissettin o an? - İnanılmaz bir korku. O güne kadar banyoda bile şarkı söylememişim. Ama öyle uçuk bir para teklif etti ki. Nişantaşı’nda iki daire alacak kadar parayı çıkarıp koydu masanın üzerine.
İnsanın eli ayağı birbirine dolaşır. - Aynen öyle oldu ama yine de “Bir düşüneyim” dedim. Hemen eve koşup Ajda’ya anlattım. “Aman canım ne olacak, ezberle beş şarkı, al parayı git” dedi. Onun için kolay tabii... 5 yaşından beri eline geçirdiği her sivri şeye şarkı söylerdi. Bense korkudan öleceğim. Düşün iki ayrı ruh.
Böylesine farklı mısınız gerçekten birbirinizden. - Dağ ve deniz kadar. Belki fiziksel olarak benziyoruz ama ruh apayrı bir şey. Neyse bu derin bir konu.
Biz o kadar derine inmeyelim o zaman. Sonunda parayı alıp şarkıları ezberlemeye başladın herhalde. - O parayla önce kendime bir ev aldım. Sonra Haldun’un kardeşi Güler (Yiğit) ile gidip mücevherler seçtik. Bir taraftan tektaşını kendin alıyorsun, diğer taraftan heyecandan ölüyorsun. - Hem de ne ölmek. Bu arada Roma’ya da bir uçak bileti aldım.
O neden? - Rezil olursam hemen kaçayım diye. Seninki de güç işmiş doğrusu. Önünde Ajda gibi bir örnek var. Herkes kıyaslayacak doğal olarak. - O yüzden Ajda’dan çok farklı olmalıydım. Saçlarımı Jean Harlow gibi yaptırdım, hem alaturka, hem alafranga söylemeye karar verdim; sonunda dört kostüm, sekiz şarkıyla attım kendimi sahneye.
Dokuzuncu şarkıyı isteseler ne yapacaksın? - Gerek kalmadı ki. Bir gecede star oldum İzzet. Türkiye’nin en elit tabakası orada. Sahneden indiğimde Ajda bir köşede hüngür hüngür ağlıyordu. Kıskançlıktan mı? - Yok canım mutluluktan.
Ama sonradan bir ara külahları değişmişsiniz galiba. Ajda ile röportaj yaparken anlatmıştı. Fecri Ebcioğlu sana “Bu Ne Biçim Hayat”ı yazdı diye rahmetlinin evinin camlarını taşlamış bir gece. - Kız haklı. İki sene konuşmadı benimle. Daha ilk şarkımla altın plak alıyorum. O 5 yaşından beri şarkı söylüyor, ben iki ayda gelip geçiyorum. Çıldırmasın da ne yapsın?
Yıldızının parladığı geceyi anlatır mısın... - Playboy’da sahne aldığım gece sadece yıldızım parlamadı, hayatımın en önemli dönüm noktalarından birini de yaşadım. Meğer Ercüment Karacan da beni dinleyenler arasındaymış.
Romanlara konu olacak bir aşk macerası başlıyor anlaşılan. O gece mi tanıştınız Ercüment Bey’le? - Hayır. Daha doğru dürüst tanımıyordum bile Ercüment’i o zamanlar. Milliyet gazetesinin sahibiymiş. Bir gün Altan Erbulak kulise geldi, “Ercüment Karacan seni Milliyet Güzellik Yarışması’nda onur konuğu yapmak istiyor, acil cevap bekliyor” dedi. Sinirlendim aniden.
Adam Saray Pastanesi’ne davet etmiyor ki. Neden sinirleniyosun? - Prensip olarak şahsen davet almadan hiçbir yere gitmem. Ben bunu söyleyince, Altan “Sen bu adamı tanımıyorsun, mahveder, siler seni” dedi. Umrumdaydı sanki. Altan tutturmuş “Ben bunu nasıl söyleyeceğim?” diye.. “Semiramis Pekkan söyledi dersin” dedim ve unuttum gitti.
Bu arada Haldun Bey’le durumlar nasıl? - Zaten ayrılmak üzereyiz. Aradan birkaç ay geçti, Hümeyra’nın annesinin verdiği bir partiye götürdüler beni. Kalabalık arasında arkası dönük bir adam dikkatimi çekti.
Dur tahmin edeyim. Ercüment Karacan’mış meğer. - Ta kendisi. Yanıma geldi, kendini tanıştırdı. Davetini reddettiğim adamın karşısında tir tir titriyorum. “Altan’a verdiğiniz reaksiyon çok enteresandı” dedi. “Normal değil mi sizce” dedim ama müthiş etkilenmiştim. Yakışıklıdan da öte çok şahsiyetli bir adam vardı karşımda.
O anda uzun süre birlikte olup hatta evlenebileceğin geçti mi aklından. - Onları düşünemiyordum bile. Ama Ercüment’le 18 yıl birlikte olduk ve bugün hayatımdaki en büyük zenginlik bu beraberliktir.
Sahneyi bırakman konusunda bir isteği oldu mu? - Hiçbir zaman. Ama öyle bir insanla bereberken gazinolarda şarkı söyleyemezsin tabii. Benim için evim, eşim ve Ercüment’in çocukları Ali ile Ömer (Karacan) her şeyden önemliydi o dönem.
Bir de “Semiramis Pekkan Lady okuluna gitti” diye bir şehir efsanesi vardır. Doğru mu bu? - (Gülüyor) Külliyen yalan. O insanla yaşamak zaten başlı başına bir okuldu. Ercüment Karacan benim her şeyimdi. Arkadaşım, öğretmenim, kocam. Onunla yaşadığım her gün, yeni bir şeyler öğrendim.
İlk tanıştığınızda evli miydi Ercüment Bey? - Evet, eşinden ayrılması 6 yıl sürdü, ondan sonra evlenebildik. Ama beraber olduğumuz sürece herkese “karım” diye tanıştırırdı beni. Bak sana ilginç bir hikaye anlatayım.
İngiltere Kraliçesi Türkiye’ye geldiği zaman şerefine verilen bir yemek için İngiliz sefiri ile bir davetiye gönderiyor Ercüment’e. Ercüment davetiyenin üstünde sadece kendi ismini görünce “Alın bunu götürün. Resmen evli olmasak da Semiramis benim eşimdir. Onun adının yazılı olmadığı hiçbir davetiyeyi kabul etmem” diyor.
İlk evliliğini Ercüment Karacan’la mı yapmıştın? - Çok gençken kısa bir süre Fikret Hakan’la bir evliliğim olmuştu. Çocuksu ve şaşkın bir evlililikti.
Ercüment Bey’le yaşadığınız büyük aşk nasıl sona erdi? Neden ayrıldınız? - Moda dünyasında çok iyi bir yere gelmiştim. Londra ve Los Angeles’ta butiklerim vardı, oradan oraya koşturuyordum. Sonra oğlumuz Emir’in hastalığı bizi müthiş sarstı.
O konuya girmeyi hiç düşünmüyordum aslında. Bir annenin evladını kaybetmesi acıların en büyüğü olmalı. - Tahmin bile edemezsin İzzet. Acaba hastalığı sırasında onu ihmal ettim mi diye fena halde bir suçluluk duygusuna kapıldım. Ercüment’i her gördüğümde onda oğlumu kokluyordum. Ayrılmamızın sebebi biraz da budur.
Çok zor ve acı veren bir dönem olmalı. - Hem de nasıl. Ama gerçek dostluklar konusunda yepyeni hayat dersleri alıyor insan. Bir gün Los Angeles’ta Emir hastane odasında yatarken kapı vuruldu. Açtım, karşımda Paul Anka duruyor.
Tanıyor musun adamı? - Kim tanımaz. Gençliğimin ilah şarkıcılarından biri. Ama bir merhabamız bile olmamış o güne kadar.
Peki ne arıyor hastane kapısında? - Başka bir nedenle oradaymış, bir Türk çocuğun hasta olduğunu duyunca gelmiş. Üstelik devamı da var. Emir eve çıktığında çat kapı karısıyla birlikte geldiler. Emir’in moralini düzeltmek için bir de palyaço getirmişler yanlarında. Bugün bile o olayın şaşkınlığını yaşarım.
Hayat sürprizlerle doludur derler ama bu kadarı da fazla. - Gerçekten biraz fazla. Özel zamanlarda özel insanlar çıkıyor karşına. O günlerde yapılan küçücük bir jest bile insanı hayata bağlıyor.
Emir’in hastalığı sırasında tanıdığım, tanımadığım sayısız insan geldi ziyaretimize. Orada herkes ortak bir duyguyu paylaşıyordu. Derler ya “Aslında evrende hepimiz birbirimize bağlıyız” diye. İşte o günlerde bu sözün doğruluğunu anladım.
Bugün geçmişe dönüp baktığında ne görüyorsun ardında? - Hayatta tesadüf diye bir şeyin olmadığını. Aileye bir evlat geldiğinde yeni bir ruh gelmiş oluyor. O senin aynan aslında ve birlikte sürekli var olacaksınız. Ne kadar acı verse de her şeyin bir sebebi var. Emir’in benim hayatıma girmesinin nasıl bir sebebi varsa çıkmasının da bir sebebi var.
Biraz ruhani konuşmaya başladın. Nedir o sebep? - Şimdi söylemek istemiyorum ama Emir ile geçmiş yaşamlarımızda üç kez daha ortak hayatımız, ortak sevgilerimiz olmuş. Bunları bitirememişiz demek ki. Bu büyük sevgi onun benim oğlum olmasıyla noktalandı.
Ercüment Bey’den ayrıldıktan sonra dostluğunuz bozuldu mu? - Olur mu hiç, beni çok severdi. Hatta Gulu (Lalvani) ile evleneceğim zaman onunla tanışmak istedi.
Hoppalaaa... - Gulu da “Eski kocan benimle görüşmek mi istiyor?” diye şaşırdı zaten. Sonunda ikisi bir akşam baş başa yemeğe çıktılar. Ercüment çok sevmiş onu.
Gulu ne dedi yemekten dönünce? - Biraz şaşkındı doğrusu. “Bu adam seni ne kadar çok seviyor” dedi. Ona “Semiramis çok özel bir kadın, sakın onu kırma, kırarsan onu kaybedersin ve ondan sonra da bir daha elde edemezsin” demiş.
Gulu kırdı mı peki seni? - Asla. Gulu son derece kıymetli bir insandır. Benim için çok değerlidir. Her şeyden önce oğlum Zoran’ın babası. Onun gibi bir hayat arkadaşım olduğu için şanslıyım. Hayatı, Gulu ile paylaştığım için mutluyum.
Oğlun Zoran koskoca delikanlı olmuştur artık. - 25 yaşına geldi, İsviçre’de okuyor. Zoran benim hayatla aramdaki en büyük bağ şu anda. Beni gerçeklerle yüzleştiren bir çocuk. Biri dünyevi, biri spiritüel iki ayrı ruhu var. Daha 8 yaşındayken Şamanizm hakkında kitaplar okumaya başladı.
IQ’su müthiş olmalı. - Şaka gibi gelecek ama Einstein’inkinden bile yüksek çıktı. Fakat ağzını açıp bu konuda tek kelime söylemez. Günde 45 gazete okuyor inanır mısın? Aynı zamanda gece klüplerine gidip hayatının tadını da çıkarıyor. Nasıl başarıyor hepsini aklım almıyor.
Şimdi de gelelim biraz iş kadını Semiramis Pekkan’a... Modacılıktan başlamaya ne dersin? - Londra’da yaşıyordum o günlerde; İngilizcem ve çevrem mükemmeldi. Ama boş boş oturmaktan fena halde sıkılıyordum; bir şeyler üretmeliydim. Bir gün şöyle bir etrafıma baktım, İngilizler’in kılık kıyafetleri tam anlamıyla felaket.
Koskoca İngiltere’de giyinmeyi mi bilmiyor insanlar? - Ben daha elit bir tabakadan bahsediyorum. Bir ara elime Christian Ojar marka bir bluz geçmişti. Harika bir şeydi. Belli ki çok zevkli bir beynin ürünü. Gittim adamı buldum.
Çok yetenekli bir Fransız. Birlikte iş yapmayı teklif ettim. Al takke ver külah anlaştık. Londra’da bir butik açtım, Ojar’ın malları peynir ekmek gibi satılıyor, çok da iyi para kazanıyoruz.. Şansına dua etmelisin ki böyle bir adam bulmuşsun. - Dua etmeye fırsat kalmadı ki. Bir yıl sora adam attan düşüp ölmez mi!
Ama Semiramis’te pes etmek yok. Yanılıyor muyum? - Ojar’ın kalan ne kadar giysisi varsa onları alıp Londra’ya getirdim. Bu arada benim aldığım ilk bluzun kalıbını çıkarıp üretmeye başladım; bir yıl kırıp geçirdim ortalığı. Bond Street’te üç katlı bir dükkan aldık. Şimdi orası Gucci’nin ve Smythson’ın yeri.
Aldın başını gidiyorsun. - Dur daha bitmedi. İtalyan modasına heves ettim. Jenny’nin giysileri o dönem İngiltere’de çok gözde. Sen de onu bulmak için İtalya’nın yolunu tuttun. - Doğru tahmin. Onun atölyesine gidip gelirken yanındaki genç tasarımcılardan biri çok ilgimi çekti. Utangaç, kendi halinde bir genç ama bomba gibi tasarımlar üretiyor. Buna rağmen yeteneğinin kimse farkında değil. Onunla hemen arkadaş olduk.
Yetenek avcısı Semiramis’in bu yeni keşfi kimdi? - Kimdi biliyor musun? Versace. Onu alıp hemen Londra’ya getirdim. Ardından da Ferre’yi, Complice’yi. Buraya kadarı harika da neden bitti bu macera? - 15 sene devam etti. Artık daha ileriye gidecek bir nokta yoktu. Derken oğlum Emir hastalandı; o zaman her şeyi terk etmek zorunda kaldım.
Öyle hareketli bir yaşamdan sonra hiçbir şey yapmamak sıkmıyor mu seni? - Hiçbir şey yapmamak doğru bir tanım değil. Benim bir Nobel ödülüm var biliyor musun?
Nobel mi? Hani şu Orhan Pamuk’un kazandığından. - (Gülüyor) Tam olarak öyle denilemez. Pek bilinmez ama Nobel Kardeşler asıl servetlerini 1800’lü yıllarda Azerbeycan’dan çıkardıkları petrol sayesinde yapmışlar. Bildiğimiz Nobel’in dışında bir de Azerbaycan’da sosyal projelere verilen bir Nobel ödülü daha var.
Sen ne vesileyle kazandın bu ödülü? - Türki milliyetlerinin dilini dünyaya tanıtmak için hazırlanmış ve hâlâ devam eden bir proje bu. Biliyorsun dünyanın en eski lisanlarından biri Türki diller. Bunun korunmasını amaçlayan çalışmalara verdiğim katkıdan dolayı Nobel House bizzat beni çağırdı ve bir Nobel Ödül Madalyası verdi.
Bütün bu anlattıklarından sonra “artık bir şey üretmiyorum” lafına takıldım aslında. Yaşamında yeterince kariyer yapmışsın. - Orası öyle. Artık oğlum Zoran’a karşı olan görevlerimi yerine getirmeye çalışıyorum. Ölünceye kadar para kazanmak diye bir şey zaten söz konusu değil. Sahip olduklarım yeter bana. Artık ruhuma zenginlik veren işler yapmak istiyorum. Kısaca bundan sonra üreteceğim işler sosyal yardım projeleri olmalı.
Zaten o işlerin içinde olduğunu sanıyorum. Mesela Uzakdoğu için topladığın yardımlar, Mor Çatı projesi... - Aslında çok daha önce başladım bu işlere. İngiltere’deyken hastanelerde gönüllü hemşirelik yapıyordum. Londra’da da 20 yıl yaşam anneliği yaptım.
Gönüllü hemşirelik tamam da yaşam anneliğini hiç duymamıştım. - Bunu, maddi durumu kötü olan ailelerin çocuklarını yetiştirmek diye özetleyebiliriz. Benim yetiştirdiğim 6 çocuk var. Onlar seni bilmez, tanımazlar. Ancak mektup yazıp fotoğraf gönderirler. En heyecan vereni de ne biliyor musun? Onların yetişkin hallerinin fotoğraflarını görmek.
Fotoğraflarını gördüğümüz Semiramis ile gerçek Semiramis’i kıyaslamanı istesem. - Bildiğin gibi ortalarda olmak gibi bir çabam yok. Aslında Semiramis’in içinde birden fazla kadın var. Sosyetik gibi görüneni onlardan sadece biri. Asıl Semiramis bunlardan fazla zevk almıyor.
Keyif aldığım şeyler ormanda yürümek, sevdiklerimle birlikte olmak. Ama artık vaktim çok değerli. Hiçbir saniyemi boşa harcamak istemiyorum. Dünya nimetlerini sevdiklerimle paylaşmak, hayatı derinlemesine yaşamak istiyorum.
Röportajın sonunda Gulu içeri girdi. Biz muhabbete beraber devam ederken, onun söylediği şu cümle aklıma takılıverdi: “26 yıllık bu beraberliğimiz herkese örnek olsun isterim. Hâlâ ilk günkü gibi aşığım Semiramis’e...”