Muazzez Ersoy, İzzet Çapa'ya konuştu. İşte Kelebek'te yayınlanan ve çok konuşulacak İzzet Çapa'nın o röportajı...
Hatıraların sahtesi ile hakikisi arasındaki fark, mücevherlerin sahtesi ile hakikisi arasındaki farka benzermiş. Sahtesi her zaman daha hakiki, daha parlak görünürmüş çünkü... Muazzez Ersoy da anılarımızdaki nostaljik şarkıların o mütevazı gerçekliği ile girmişti gönüllerimize, gündemimize...
Yüreklerimizde bir yerlerde sıkışmış kalmış olan o eski, güzel şarkılarla 10 milyonun üzerinde albüm satmıştı; dile kolay... Uzun zamandır sesi soluğu çıkmıyordu Ersoy’un... Tam “Artık o da mı nostaljik tatlarımız arasına karışıyor” derken yeni albümündeki “Bu Sana Son Mektubum” ile hayranlarına bir sürpriz yaptı. Karşılıklı oturduk, eski defterlerin sayfalarını açtık... İşte geçmişten bugüne karşınızda Muazzez Ersoy...
* Gelin Hatice Hanım’dan başlayalım... Tanır mısınız kendilerini? - (Gülüyor) Tanımaz mıyım? Tanırım, hem de kendim kadar iyi... Gerçek adım Hatice Yıldız...
* Peki Hatice Yıldız’dan Muazzez Ersoy yaratmak hangi cin fikirlinin eseri... - Assolistliğe başladığım günlerde Pembe Köşk Gazinosu’nun sahibi rahmetli Cahit Bey, “Kızım sesinin rengi, okuma tavrın bana Muazzez Abacı’yı çağrıştırıyor; bence bundan sonra sahne adın Muazzez Ersoy olsun” dedi
* Yıldızlar karması gibi... Hiç aklınıza gelmedi mi bu ismin Muazzez Abacı ile Bülent Ersoy’un karışımı olduğu... - Biraz öyle olmuş ama ben daha sonraları fark ettim. Çok gençtim o zamanlar...
* Adınızı divalardan alacak kadar şanslıymışsınız. Çocukluk yıllarınızda da bu kadar ballı mıydınız? - Ne balı ayol! Kasımpaşa’da babaanneden kalma iki katlı ahşap bir evde dünyaya geldim. Üst katta iki oda bir sofa, aşağıda ise yemek odası ile mutfak vardı. Banyo ve tuvalet de evin dışında taşlık dediğimiz bir yerdeydi. Asla kimseye muhtaç değildik ama varlıklı bir aile olduğumuz da söylenemezdi.
* Valide hanım ve peder bey neyle iştigal ediyorlardı? - Babam şofördü, dolmuşçuluk yapıyordu. Annem ise Tekel sigara fabrikasında çalışıyordu. Bütün gün orada sigara kutuları keser, akşam da eve gelip yemek, çamaşır, ütü derken pert olup yatardı. Bir de ben varım tabii uğraştığı...
* Hatice Yıldız’ın içindeki “yıldız” nasıl ortaya çıktı? - O zamanlar Kasımpaşa, müzisyenler semtiydi... Ben de onların içinde büyüdüm. Okulda arkadaşlarımızla kurduğumuz koronun solistiydim. Mahallelinin “Sesin çok güzel” sözleri daha o yıllarda beynime işlemişti.
* Haydi artık çıkın şu sahneye, mahalleli de ben de derin bir nefes alalım... - Keşke o kadar kolay olsaydı ama olmadı... Önceleri ufak ufak mahalledeki düğünler, sünnetler, nişanlarda söylemeye başladım. Bu arada bir mağazada da tezgahtarlık yapıyorum... Ama işin doğrusu, aklım fikrim şarkıcılıkta. Derken Gaziosmanpaşa’daki minik bir tavernadan teklif geldi.
* Peki peder beyin tepkisi neydi sahneyle bu kadar “içli dışlı” olmanıza? - Duysa öldürürdü! Bu yüzden korkudan uzun süre ondan saklamak zorunda kaldık. * Ya valide sultan? - Annem sahneye çıkmamı çok istiyordu. Doğum günümde onun hediye ettiği bilezikleri satıp, sahne elbisesi diktirdim kendime. Ayakkabı almak için para yetmeyince, babamın cebinden tırtıkladım.
* Çarli’nin Melekleri işbaşında... - Yok o kadar değil. Küçük oyunlar çevirdiğimizi kabul ediyorum. Ama dayanamadık, her şeyi göze alıp sonunda babama anlattık durumu. İzin çıktı da rahat bir “oh” dedik...
* Her şey halloldu da tek bir pürüz kaldı; şöhret olmak! - Tavernada çalışırken diğer şarkıcılar anneme “Senin kızda gelecek var, abla onu bir menajere götürsene” demişler. Ben menajer nedir bilmiyorum o zamanlar ama Allah’tan rahmetli annem çok iyi anlardı bu işlerden. Neyse, elimden tutup bir organizatöre götürdü beni... O da Pembe Köşk Gazinosu’nun sahibi Cahit Çeki...
* Ve Sindrella, Pembe Köşk’ün kapısından içeri girer... - Senin Sindrella biraz korkak çıktı, elim ayağım titriyordu heyecandan... Cahit Bey, arkadaşları ile oturmuş çay içiyordu. “Haydi bakalım bir dinleyelim seni” dedi. Önce bir şarkı okudum, sonra bir daha, bir daha... Baktım bir tebessüm yayılmış yüzüne... Bana dönüp “Kızım sen bu gazinoda assolist olacaksın” dedi... “Burası odan, bunlar da ekibin” diye gazinoyu gezdirmeye başladı... Donup kalmıştım.
* Bir günde assolist olunca insan donup kalır tabii... - Bir günde olur mu yahu! Üç ay boyunca her gün sazlarla prova yaptım. Hazırlık dönemi bittiğinde podyumda nasıl yürüyeceğimi, sahnede nasıl mikrofon tutacağımı öğretmek için hoca tuttular.
* Türk filmlerindeki gibi başınıza kitap koyup yürütmediler herhalde... - Yok o kadar da abartmayalım canım (gülüyor). Ama bütün bunların sonunda Cahit Bey ile üç yıllık sözleşme imzaladık...
* Korkmadınız mı gencecik bir kız olarak gece alemine girmeye? - İnan hiçbir şeyin farkında bile değildim, hiçbir hareketi bilinçli olarak yapmıyordum...
* Parıltılı dünyaya Sindrella’nın prensini konuşmak için biraz ara verelim. - Ah sevgili İzzet, benim hiç prensim olmadı ki...
* Ben ilk evliliğinize atıfta bulunmuştum... - Kendisine “oğlumun babası” demeyi tercih ediyorum. Teyzemin kızı nişanı atınca bohçayı almak annemle bana düşmüştü.
* Yok artık kuzeninizin eski nişanlısıyla mı evlendiniz? - Olur mu öyle saçma şey! İlk eşim, teyzemin kızının nişanlısının ağabeyiydi.
* Muazzez Hanım, siz çok bilinmeyenli denklemle evlenmişsiniz, haberiniz yok... - O kadar karışık değil bitanem. Nişan bohçasını almaya gittiğimizde tanıştık. 15-16 yaşında ya vardım ya yoktum...
* İnsan 16 yaşında aşık olabilir ama evlenip “küçük gelin” olmak fazla radikal değil mi? - Yaşım tutmadığı için annemle babamın muvafakatı ile evlendim. Ama gerçekten sevmiştim onu.
* “Sevdim seni bir kere, başkasını sevemem” diyemediniz ama... - Maalesef diyemedim ve ayrıldık. Demek ki o sorumluluğu üstlenmek için sevgi yetmiyormuş. Bugün o yaşta evlenmenin kader olduğunu anlıyorum. Ayrıldığımızda oğlum dokuz aylıktı, hiçbir şeyin farkına bile varmadı.
* Boşanmayla birlikte tekrar zor günler başladı herhalde... - Haliyle... Bebeğimi anneme bırakıp tekrar tezgahtarlığa döndüm. Baktım o işin sonu da yok; etraftaki herkes de “sesin güzel” diyor, şarkıcılıkta şansımı bir kere daha denemek istedim. Rabbim de yardım etti, demek ki doğru bir adım atmışım.
* Neden Türk sanat musikisi? - Rahmetli annem Şehzadebaşı Direklerarası Korosu’nda yıllarca ders almış. Türk müziğini onun sayesinde sevdim. Bütün bildiklerini bana aktarırdı. Bir de Bülent Ersoy ile Muazzez Abacı’dır beni sanat müziğine bağlayan...
* Zeki Müren’i unutmayalım... Vefatından hemen önce yanındaydınız... - TRT’deki son programına gelmesi için Zeki Bey’i kendi cipimle Bodrum’dan aldırıp İzmir’e göndermiştim. Biz de İstanbul’dan uçakla gitmiştik. Stüdyoda karşılaştık; şık bir kalem hediye ettim ona. Bir merhaba diyebildim, zaten her şey beş dakika içinde olup bitti...
* Allah rahmet eylesin diyelim... Son zamanlarda pek ortalıkta görünmüyordunuz... - Küçük bir dinlenme arası vermiştim. Bazen bir denyoluk da gelmiyor değil. Çekip gitsem, bıraksam sahneyi diyorum ama hiçbir zaman bunu yapamayacağımı da biliyorum. Zeki Bey gibi sahnelerde öleceğim ben de...
* Bir görünüp bir kayboluyorsunuz. Karabatak gibisiniz. - Aslında kaybolmadım, insanlar öyle sanmış olabilir. Çünkü dört sezondur TRT Müzik’te program yapıyorum, değişik müzikallerde sahne aldım ama fazla röportaj yapıp ortalarda olmadığım için böyle bir algı oluştu...
* Biz de nostalji şarkılar bitti diye dükkanı kapattınız sandık. - O şarkılar asla bitmez...
* Evet, zaten “şarkılarla geldiniz”... Biraz da yeni albümden bahsedelim. - Son albüm “Şarkılarla Gel”e dört beste ekledik. Muzaffer Özpınar ile hazırladık. Onun gibi insanların artık nesli tükeniyor. Muzaffer Hoca, okyanuslarda bambaşka bir balık. Sağ olsun günlerce hasta hasta çalıştı stüdyoda..
* Pembe Köşk’ün prensesi, “Nostalji Kraliçesi”ne nasıl dönüştü? - Tamamen annemin arzusuydu. Nostalji albümleri yaparken katiyen çok satmak düşüncesinde değildik... Annemin gençliğinde aldığı 45’lik plakları taşıdığı küçük bir çantası vardı. Yalnız kaldığında o plakları dinleyip eski günlere dönerdi...
* Taş plaklardan kasete, kasetten dijitale... Anneniz size bir bakıma “Teknolojiye uy kızım” mesajı vermiş. - Aynen öyle. Biliyorsun plaklar zamanla çiziliyor, kırılıyor... Bir gün “Kızım şu çantamdaki plaklardan bir kaset yapsan da rahatça dinlesem” dedi. Amacı aslında sadece buydu. Ama nostalji serisi resmen bir devrim yaptı Türkiye’de.
* Siz de beklemiyordunuz galiba bu kadar ilgiyi... - Yalnız ben mi? Benim gibi pek çok insan şoke oldu. Tek üzüntüm rahmetli annemin o şarkıları dinleyemeden vefat etmesi. * Nostalji albümleri bu kadar çok sattı, Muazzez Ersoy da hanları hamamları kaptı mı?
- Yemin ederim hanlarım hamamlarım yok ama gönlü de benim kadar zengini yok.
* Annenizin albümlerin başarısını görmemesi oldukça üzmüş sizi... - Bak sana bir şey söyleyeyim mi, annem de, babam da vefat ettiğinde sahnedeydim. Annemin ölümünde Kemer’de iki konserim vardı. Bari son bir kez yüzünü göreyim dedim, açtılar kefeni, anamın yarım yüzünü görünce hüngür hüngür ağlamaya başlamışım...
ÇAPA 2014) * Sahneye çıktınız mı o Gece? - Çıktım tabii... Bırak hanları hamamları, diğer tarafa giderken bir peçete bile götüremiyorsun yanında. Şeker paketi gibi beyaz bezin iki ucunu kıvırıp insanı sokuyorlar içine. Han hamamın olsa ne fark eder... Hepsi burada kalıyor, yapabildiğin iyilikleri yanında götürüyorsun sadece.
* Şifreyi çözmüş biri olarak hiç mi sanatçı kaprisi yok Muazzez Ersoy’un? - Olmaz olur mu tabii ki var (gülüyor). Kulisimde su, çay, meyve suyu mutlaka olsun, lütfen içki getirmeyin...
* Tamam getirmeyiz de hiç mi içki kullanmadınız? - Hayatta sürmem ağzıma. Gençliğimde bir-iki kere likör içtim o kadar. Alkolün olduğu yerde ben yokum.
* Şarkıda “Kasımpaşalıyım, eli maşalıyım” der ama siz hiç öyle durmuyorsunuz, bu nasıl Kasımpaşalılık?
- (Gülüyor) Annem ve babam son derece modern ama inançlı insanlardı. Düşün, ben 4-5 yaşındayken gece yorgunluktan uyukluyan annemi dürter “Yatmadan önce haydi duamızı okuyalım” derdim. Anacığım da o kadar yorgun olmasına rağmen uyumadan önce bana duamı okuturdu... Annemin tüm öğrettikleri sayesinde, saygının ne kadar önemli bir değer olduğunu fark edip ona göre yaşadım hep.
Oğlunuzdan konuşmayı pek sevmiyorsunuz galiba ama biraz da ondan bahsetsek... - Kasımpaşa’daki evimizde annem, ben ve oğlum birlikte akşam yemeği yerdik. Rahmetli, dantelden takkeler örmüştü. Yemekten sonra o başlıkları takar, mahallemizdeki Kuran öğretmenine giderlerdi. Oğlum Ender çok iyi Kuran okur.
* Mesleği nedir, imam mı? - Yok, bilgisayar uzmanı... Web master mı ne diyorlar... O konuda uçmuş...
* Sert bir anne midir Muazzez Ersoy? - Çok küçük yaşta evlendiğim için oğlumla beraber büyüdük sayılır. Anneme “anne” derdi, bana da “dızdız”... Onunla ana oğul gibi değil, daha çok abla kardeş gibi yetiştiğimiz için yeri geliyor dertleşiyoruz, yeri geliyor kavga ediyoruz.
* Sonra da ortak oldunuz herhalde... - İstanbul’da bir şube açmak istiyordu. Ortağı bunu yarı yolda bırakınca şoförümle dertleşmişler, “Dükkanı Muazzez abla, sen, ben birlikte açalım” demiş Şenol. Beni ikna edene kadar göbekleri çatladı resmen, çünkü kebapçılık hiç aklımda olmayan bir şeydi...
* “Kebaptan da, nostalji kadar iyi anlarım” mı diyorsunuz? - Yok estağfurullah... Ama Rabbim’in de yardımıyla dükkan açıldığı günden beri herkes kuyrukta bekliyor...
* Laf aramızda ben de kebaba bayılırım... - Aslında söyledikleri gibi kilo yapmaz. Izgara gibi piştiği için yağı akıp gider.
* Birlemiş Milletler Yüksek Komiserliği’nde “iyi niyet elçisi” olarak çalışıyorsunuz... Tam olarak ne iş yapar iyi niyet elçisi? - Benim en önemli görevim, mülteci durumundaki insanların, sığındıkları ülkenin vatandaşları kadar hakları olduğunu kamuoyuna duyurmak...
* Angelina Jolie gibi geziyor musunuz siz de ülke ülke? - Onun kadar gezmiyorum çünkü bu sayı Birleşmiş Milletler’in düzenlediği organizasyonlara bağlı. Suriye’deki olaylar başlamadan önce Şam’a gittim, oradaki mülteci kamplarını, yardım depolarını gezdim; bazı mülakatlara katıldım. Görseniz o çocuklar ne kadar perişan haldeler. Anne bir tarafta, baba bir tarafta... Yürek burkan, paramparça hayatlar...
* Angelina ve sizden başka dünyada kaç kişi bu işi yapıyor? - Ben seçildiğimde dokuz kişiydik, sanırım şimdi 13 oldu...
* Film artisti ya müzisyen mi seçilenlerin hepsi? - Yoo hayır, sanatçısı da var modacısı da... Bildiğim toplumun sevdiği, saydığı insanların seçildiği...
* Teklif size nasıl geldi? - Birleşmiş Milletler’den aradılar direkt olarak...
* Şaşırmadınız mı “Neden ben” diye? - Çok şaşırdım, çok da mutlu oldum... Tabii ki düşünüyor insan bu kadar kalabalık bir ülkede neden beni seçiyorlar diye?
* Nedenmiş peki? - Kendi kriterlerine göre yaptıkları bir seçimmiş. O zaman Birleşmiş Milletler’in başında Kofi Annan vardı. Amerika’da buluşup görüşecektik ama yerine Ban Ki-moon geçti, onunla da henüz bir araya gelemedik.
* Siz de Angelina Jolie gibi bir mülteci çocuğu evlat edinmeyi düşünüyor musunuz? - İstemez miyim... Bosna’ya gittiğimde, Sırplar’ın tecavüz ettiği kadınların istemedikleri çocuklarını bıraktıkları bir yuvaya götürdüler beni. Koli koli oyuncak götürmüştüm, çocukların gözlerindeki sevinci bir görsen... Orada üç yaşında mavi gözlü dünyalar güzeli bir kız çocuğu ile karşılaştım.
* Alıp İstanbul’a getirmeyi teklif etseydiniz... - Teklif etmediğimi nereden biliyorsun? “Ne olur, annesi istememiş, buraya bırakmış. Bu kızı bana verin, evlat edineyim. Prensesler gibi büyütürüm” diye yalvardım ama maalesef prosedür gereği olmadı...
* Peki Ebru Polat’ın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na mektup yazıp “Daha genç ve dinamik bir kişi olarak” sizin yerinize iyi niyet elçisi olmak istemesini nasıl yorumluyorsunuz? - Ne diyeyim... Polemiğe girmeyi sevmiyorum ama ben olsam böyle bir şey için kimseyi arayamazdım...
* Son derece faal olduğunuz anlaşılıyor ama iyi niyet elçisi olduğunuz bile pek çok kişi tarafından bilinmiyor... - Ben Birleşmiş Milletler’le resmi protokolü basının önünde imzaladım; bilmemeleri mümkün değil. Ama Türkiye’de, Amerika’da olduğu gibi önem verilmiyor bu işlere. Orada Angelina Jolie’nin yaptığı bir aktiviteyi vermek için kanallar yayını kesiyor. Somali’den Suriye’ye kadar pek çok yeri gezdim ama maalesef haber olmadı.
* Bazı şeylerin ortaya çıkmasını da siz istemiyorsunuz galiba... Mesela Ankara’da yaptırdığınız hastane... - Sevmiyorum bu tür konuları konuşmayı ama lösemili çocuklar için yaptırdığım hastanenin açılışını Süleyman Demirel yapmıştı. Daha sonra TRT Genel Müdürlüğü’nün yanındaki evimi de oraya bağışladım...
* Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreni gecesinde Ahmet Kaya’ya saldırılırken siz de oradaydınız. Bu konuda herkes konuştu, bir tek sustunuz... Neden? - Konuşmadım, çünkü ne olduğunu bile anlayamadım. Bir anda ortalık karıştı.
* Neredeydiniz o anlarda? - Sahneye yakın yuvarlak bir masada oturuyorduk. Baktım çatallar, bıçaklar havada uçuşuyor. Yanımdakiler de ayağa kalkıp oraya doğru gittiler. Ben kaldım mı tek başıma... Bir uğultu bir gürültü, kıyamet koptu.
* “Oradaydım ama hiçbir şey görmedim” diyorsunuz yani... - Sonradan gelip anlattılar. O Geceden hatırladığım gerçekten başka bir şey yok...
* Sizinle olunca nostalji yapmadan duramıyor insan… Özlüyor musunuz Kasımpaşa’yı? - Özlemez miyim! Resmen bir cevher yuvasıdır Kasımpaşa, kimler çıkmadı ki oradan... Hasan Kaçan, Büyükşehir Belediye Başkanımız Kadir Topbaş, Başbakanımız...
* Ne düşünüyorsunuz Sayın Erdoğan hakkında? - Şunu bütün kalbimle söyleyebilirim ki, Kasımpaşa’dan bir aslan çıktı... Türkiye’nin lideriydi, şimdi de dünya lideri...
* O zamanlardan hatırlıyor musunuz kendisini? - Evet, Başbakanımız beyefendi, mahallenin en yakışıklı gençlerinden biriydi. Bizim evin karşı köşesinde arkadaşlarıyla toplanıp sohbet ederlerdi. Erdoğan Kasımpaşa’nın aslanıdır, ben de gülü…