Bir yanda Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde öğretim üyeliğinden Amerika’ya kadar uzanan akademik kariyer, diğer yanda bar işletmeciliği, müzisyenlik, sinemacılık, gazetecilik gibi “hayata dair” tutkular... Aslında Koray Çalışkan’ı böyle üç beş sözcükle anlatmak pek kolay değil. “Devrim ve siyaset eğlenerek yapılır” diyen Radikal yazarı Çalışkan ile özel yaşamından Twitter’a kadar uzun uzun konuştuk. Haydi gelin bu renkli sohbete siz de katılın...
* Akademisyen, televizyoncu, gazeteci Koray Çalışkan şimdilik sana kalsın, sen gel bize çocuk Koray’ı anlat.
- Kelimenin tam anlamıyla bir öğretmen çocuğuyum. Anam da babam da TÖB-DER’liydi. 7 yaşına kadar anneannemin yanında, Etiler Kepirtepe Öğretmen Okulu lojmanlarında oturdum. O dönemde Etiler şimdiki gibi bir burjuva semti olmasa da dünyada neler olup bittiğinden haberim oluyordu. Ancak 80 darbesiyle birlikte aile dağıldı, ben de kendimi İzmir İşçievleri’nde buldum.
* Cunta, annenle babana solcu olmalarının faturasını ödetmiş anlaşılan.
- Hem de nasıl. Babam Ağrı’nın Taşlıçay İlçesi’ne, annem bir başka yere sürülmüştü. Ailenin yeniden toplanması zaman aldı.
* Seni nasıl etkiledi bu “sürgün” günleri?
- Sağa sola saklanmış kitapları hatırlıyorum. Yalnız kitaplar değil, kasetler de saklanırdı. Mesela Zülfü Livaneli’nin bir efe resmi olan kaseti vardı; “Nurhak” türküsüyle başlardı. Gizli gizli onu dinlerdik.
* Repertuvarın hep devrimci türkülerden mi oluşuyordu?
- Yok canım. Bir süre sonra Sezen Aksu’lar geldi. Ortaokuldayken turuncu kulaklıklı ilk walkman’imi aldığımda sürekli “Yam ma ho, yam ma so” dinlerdim.
* Gangnam Style’dan bile önce Korece dinliyordun galiba.
- (Gülüyor) Modern Talking’in “You’re My Heart You’re My Soul” şarkısından bahsediyorum. Kaset dolduran dükkana gidip “Yam ma ho, yam ma so var mı abi” diye sormuştum, o da “Var” demişti. Sonuçta anlaşmıştık. Ortaokulda öğrendiğim İngilizce bu kadar işe yaramış demek ki. Sonra da Bornova Anadolu Lisesi maceram başladı.
* Bugünkü Koray’ın temelleri o günlerde mi atılmaya başlandı?
- Herkes o yaşlarda Mandrake ve Zagor okurken ben Marx okuyordum. Can Yücel’in Türkçe’ye çevirdiği “Yeni Başlayanlar İçin Marx” kitabı hayatıma yeni bir yön verdi. “Adaletin bu mu dünya?” sorusunu ilk o zamanlarda sormuştum. Lisedeyken ben ve arkadaşlarım, orta sınıf, sosyal demokrat, Atatürkçü çocuklardık. Bir de özel öğretmenlerden ders alan zengin burjuva çocukları vardı.
* Sınıf farklarının ilk ayak seslerini duymaya başlamışsın...
- Onlar Amerika’dan getirttikleri New Balance ayakkabıları giyerlerken biz Panter keslerle dolaşırdık. O öğrencilerin yanında entelektüel ve solcu olmaktan başka şansımız yoktu.
* Neden? “Orhan Babacı”, “Müslüm Babacı” da olabilirdin.
- Ailemin etkisi ağır bastı. Ne de olsa siyasi seçimler kültürel birikimlerin sonucudur. Mesela Akıncı bir babanın çocuğu olsaydım şimdi AKP’nin ileri gelenlerinden biri olabilirdim. Ama solcu bir aileden geldiğim için bu çizgide yürüdüm.
* Ne yani pişman mısın?
- Asla değilim ama insanın bulunduğu pozisyon, her zaman kendi tercihi olmuyor. Zaten o yüzden kendime benzemeyen kişilerle televizyonda program yapmaya önem veriyorum. Mustafa Akyol’la, İskender Pala’yla, Nihal Bengisu Karaca’yla aynı ekranı paylaştım. İnsanı, farklı olan geliştirir.
KARL MARX’I PARAYA TERCİH ETTİM
* Biz dönelim yine gençlik yıllarına, lisedeki keslerde kalmıştık.
- Liseden sonra İstanbul’a döndüm ve Boğaziçi Üniversitesi’ne girdim. Yazları da Marmaris’te Palm Tree adlı bir barda çalışıyordum. Barın sahibi potansiyel görmüş olmalı ki beni kazanca ortak etti. Bir anda deli gibi para kazanmaya başladım.
* Solculuk parayı bulana kadar mıydı yani?
- O bir kenarda duruyordu. Okulu da boşvermiştim. Fakat sonraları gece hayatından son derece sıkıldığımı düşündüm, bir yol ayrımına gelmiştim. İşte tam o günlerde Boğaziçi’nden hocam Taha Parla’yı keşfettim.
* Dersine girdiğin hocayı nasıl birdenbire keşfettin?
- İlk üç sene tamamen dağıtmıştım. Derslere girmiyordum, sadece finallere gidip geliyordum. Ortaköy’de arkadaşlarla kalıyorduk. Rumelihisarı’ndaki Ali Baba’da takılır, Kemancı’da içerdik. Fakat Taha Bey’in derslerine girince o kadar etkilendim ki onun çırağı olmak istedim ve sonunda da oldum.
* Gece hayatının “ışıltılı dünyasından” nasıl sıyırdın kendini?
- Marmaris’teki Palm Tree mi, Karl Marx mı? Buna karar vermem gerekiyordu. Palm Tree eğlence, rock’n roll, alkol, para demekti, öbür tarafta kitaplar, kitaplar, kitaplar ve fikriyat vardı. Ya eğlence hayatını seçip sadece gecemi aydınlatacaktım ya da bilime yönelip hem gecemi hem gündüzümü...
* Ben olsam çoktan rock’n rolla’a koşmuştum.
- Ben de zor tuttum kendimi ama Taha Bey’le çalışmaya başlayınca Kant, Marx, Hegel ve siyaset felsefesi bütün hayatım oldu.
* Felsefeye dalıp “fani dünyadan” tamamen koptun mu?
- Yok canım. Para kazanmak için bir ara havaalanında güvenlik elemanı olarak bile çalıştım. Düşünsene bir yanda alanda bomba arıyoruz, diğer tarafta sosyalistim (gülüyor). Sonra Boğaziçi’nde asistan oldum ve klarnet çalmaya başladım.
* Rock’çı adam gitar çalar. Nereden geldi aklına klarnet?
- O günlerde flüt çalıyordum. Bir gün Nevizade’de oturuyoruz, Kamil Işınşahin geldi. Klarneti öyle güzel çalıyordu ki içim titredi. “Abi bu mereti bana öğretir misin? Ama bende ders alacak para yok, devlet memuruyum” dedim, “Tamam, ben sana klarnet çalmayı öğreteyim, karşılığında sen de bildiğin bir şeyi öğretirsin bana” cevabını verdi.
* Siyaset felsefesi öğretmedin adama herhalde...
- Onu da teklif edecektim ama utandım. İngilizce bildiğimi söyledim, “Ben de biliyorum” dedi. Sonunda araba kullanmayı öğretmemde anlaştık.
* İyi bir takas...
- Sorma... Arabaya biner bilmez, camı açtırdı. Hava da buz gibi... Neyse camı açar açmaz, sol kolu dışarı çıkardı. “Hadi başla bakalım” dedi. Meğer yıllarca araba kullanmaya değil, araba kullanırken camdan kol çıkarmaya özenirmiş (gülüyor)...
FİLİSTİNLİLER İÇİN KÜTÜPHANEDE EYLEM YAPTIK
* “Macera dolu Amerika” şarkısını söylemeye ne zaman başladın?
- Doktoramı yapmak için New York’a gittim. Yedi tepesi hariç İstanbul’a benzer New York. Biz Amerika’ya göre çok daha taze bir toplumuz ama orada daha milliyetçi olmuşuz. Bizimkiler kendi içine kapanıktır. Amerikalı dağınıktır ama dürüst ve saygılıdır. New York Üniversitesi’ndeki çalıntı ödevlerin çoğu Türkler’den çıkardı. Kar yağar, Amerikalı evinin önünü temizler, bizimkiler çöplerini bile atmazlar.
* Siyasete bulaşmadın mı gurbet ellerde?
- Doktoramı yaparken Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’nın bir kolu olarak örgütlendik. Şu an Amerika Hazine Bakanı var ya Jack Lew, onunla karşılıklı toplu sözleşme masasına oturdum. Çatır çatır pazarlık ettik. Jack ile muhabbetimiz hâlâ devam eder. Doları imzalayan adamdır kendisi...
* Başka var mı böyle “yaramazlıkların”?
- Çoook. Mesela üniversitede Filistinliler için Students for Justice in Palestine adlı bir örgüt kurduk. Öyle bir eylem yaptık ki herkes şaşırdı kaldı. Kütüphanede siyahlar giyip hiç konuşmadan yürüdük.
* Bizim meşhur “duran adam”ın atası gibi sanki.
- Hemen hemen. Birkaç gün sonra herkes “Siyah adamlar ne yapıyor, niye yürüyor?” diye konuşmaya başladı. Eylemin son günü kağıtlara küçücük fontla “Unutmayın biz hareket edebiliyoruz ama Filistinliler edemiyor” yazıp dağıttık. Kağıtları insanların önlerine bıraktık. Bu eylem New York Times’a bile haber oldu.
HANESİNE SİLİNMEYECEK BİR ŞEY DAHA YAZILDI: TWITTER KAPATTIRAN BAŞBAKAN
* Eşinle Amerika’da mı tanıştın?
- Hayır, 1995’te Türkiye’de başladı beraberliğimiz. Kendisi klinik psikolog olarak çalışıyor. O yüzden onun hakkında fazla konuşmak istemiyorum.
* Neden?
- Çünkü insanların özel hayatlarını dinlediği için kamuda çok fazla tanınmaması lazım. Terapistin ünlüsü olmaz. Ama eşim çok tatlı, süper bir insandır.
* Eşin mi yasakladı onun hakkında konuşmanı?
- Yasak değil, ben de doğru bulmuyorum. Özel hayatımı da sosyal medyada paylaşmam.
* Kem gözlerden korunmak için mi?
- Evet, nazara inanan biriyim. Facebook’ta arkadaşlarım, çocuklarımın fotoğrafını etiketliyor, hoşuma gitmiyor böyle şeyler. Bu yüzden çıktım Facebook’tan.
* Bu yoğunlukta çocuklarınla ilgilenmeye vaktin kalıyor mu?
- O konuda çok dikkatliyim. Elif 7, Cem ise 3,5 yaşında. Akşam üzeri okuldan geldikleri zaman hep evde olmaya çalışırım. Ben olmazsam bile eşim mutlaka evdedir. Hafta sonları da asla çalışmam.
* Facebook’u kapattın ama maşallah tam bir Twitter cengaverisin...
- Twitter yeni başladığında Hakan Ensari diye bir arkadaşım bana zorla kendi ismimi aldırdı ama önceleri hiç takılmadım. O hesap öylece bir köşede kaldı. Bir gün baktım Özgür Mumcu’nun 100 bin takipçisi var, benimse sadece 36...
* Kıskandın mı?
- Yok ya, işte o zaman bu işin önemi kafama dank etti. Hemen Özgür’e gittim; “Abi şu işin sırrını öğret bana” dedim. Kimleri takip etmem gerektiğini, nasıl yazacağımı anlattı. Bir de “Aman alkollüyken tweet atma” diye öğüt verdi.
* Doğru vallahi, alkol her kötü tweet’in anası!
- Zaten fazla içmem, alkol alınca da hiç tweet atmam. Ayrıca Özgür telefonumdaki Twitter uygulamasını da sildirdi. “Tweet atacaksan internet tarayıcına girip at” dedi. Kısacası Özgür Mumcu başlattı beni, o gün bugündür çok sevdim bu işi.
* Peki Twitter yasağı hakkında ne düşünüyorsun?
- Twitter’ı Türkiye’de kapatmak, Türkiye’yi dünyaya kapatmak demek. Türkiye’yi dünyaya kapatmak da, bir başbakanın gözlerini kapatması demek. Erdoğan’ın hanesine silinmeyecek bir şey daha yazıldı: Twitter kapattıran Başbakan. Bu kapatma kararını İsmet Özel isimli bir vatandaşın şikayeti üzerine yaptılar. İsmet Özel de şöyle der: “En mutlu insanlar belki de baca temizleyicileridir. Öyle dar, öyle kara karanlık bir yerdedirler ki yüreklerini geniş, dayanıklı, aydınlık tutmak zorundadırlar. Buna yükümlü sayarlar kendilerini.” Erdoğan bir kapıyı kapattı, biz bacadan Twitter’a girdik. Yüreğimiz geniş ve aydınlık. Panik yok. Yanıt sandık...
Hürriyet