Klasik başarı hikayeleri “çocukluğumda ayakkabı boyadım, su sattım” diye başlar genellikle. İstanbul’un en büyük ilçelerinden Fatih’in Belediye Başkanı Mustafa Demir’in de böyle anıları var ama onu asıl ilginç kılan, Diyarbakır’da başlayıp siyasete, oradan da 007 James Bond’a uzanan kader çizgisi...
Hatta Ben Affleck ile “Argo” filminin yönetmen koltuğuna oturmuşluğu bile var başkanın... 450 bin nüfusuyla, Fatih deyince kimilerinin aklına modern AVM’ler, kimilerinin de Kapalıçarşı dahil binlerce tarihi eserin bulunduğu bölge gelir. Anlayacağınız bu Tarihi Yarımada, Türkiye’nin bir aynası gibidir. Mustafa Demir ile mükellef bir sofranın başında karşı karşıya gelince, yemekler kadar lezzetli bir sohbetin çıkacağını sanmıştım. Ama başkanla konuşmak Google’a soru sormak gibiydi. Hemen politikacı zırhına bürünerek öyle hesaplı cevaplar veriyordu ki, sürekli yeniden tıklamak zorunda kalıyordum. Sizin anlayacağınız Başkan’ın ağzından laf almak o kadar kolay olmadı. Yine de kanımın son damlası...
Diyarbakır’dan başlayıp, siyasete, oradan da Tarihi Yarımada’nın belediye başkanlığına uzanan bir yaşam serüveniniz var... Nasıl başladı bu serüven?
- Dedemin babası Elazığ-Palu Zazalarından... Sonra Dicle’ye yerleşmişler. Ben de Diyarbakır-Dicle’de dünyaya geldim. İlkokulu Ergani’de okudum. 11 yaşındayken kendimi Kahramanmaraş’ta buldum. Ve orada yedi yıl süren yatılı okul maceram başladı.
Zor olmalı o yaştaki bir çocuk için evden ayrılmak...
- Başlarda zor oluyor tabii ama zamanla kanıksıyorsunuz. Ben her şeye rağmen direndim. Zaten zor şartlardan gelen biriyim. Bizim için okumak ve meslek sahibi olmaktan başka seçeneğimiz yoktu.
Nasıl bir aile yapısının ürünü Mustafa Demir?
- Annemi hepimiz çok sayar ve ondan çekinirdik. Hiç unutmam, vefat ettiğinde, babamın ağzından 55 yıllık eşiyle ilgili “O çok asil bir kadındı” cümlesi döküldü. Babam ise onun tam aksine yumuşak huylu ve çok neşeli bir insandır.
YAZ TATİLLERİNDE AYAKKABI BOYADIM, SİMİT SATTIM
Yaramaz mıydınız okulda?
- Hem de nasıl... Kelimenim tam anlamıyla ele avuca sığmaz bir çocuktum. Mesela teneffüste okulun etrafını iki defa koşarak dolaştığımı bilirim. Üstüne üstlük okulun en kısa boylu çocuğuydum, bu da biraz sıkıntı yaratıyordu tabii...
Dayak filan mı yiyordunuz yoksa abilerden?
- O kadar da değil. Ama 200 çocukla birlikte yatılı okurken ayakta kalabilmek için, kişilik ve özgüven sahibi olmak çok önemli. Hepimiz yaramazlık yapardık, kudururduk ama aynı zamanda benim derslerim de çok iyiydi.
Peki ya kardeşleriniz?
- Yedi kardeşiz biz... Ben diş hekimliği fakültesini bitirdim, biri inşaat, diğeri elektrik mühendisi oldu. İki kardeşim lise, iki ablam da ilkokul mezunu...
Yedi çocuğu okutmak kolay olmamalı; peder bey ne işle meşguldu?
- Devlet memuruydu, maaşı ne olacak ki... Ama aylığını aldığı zaman parayı hemen dayıma teslim ederdi.
Neden? Dayı beyin kumbarası mı vardı?
- Yok, benim kumbaram vardı. Dayım postanede memurdu, parayı hemen bölüştürür, bize postalardı. O zamanlar iki kardeşim Sakarya’da, ben İstanbul’da üniversitede okuyordum.
Üniversitedeyken kumbarada mı para biriktiriyordunuz?
- Hayır, hayır o ilkokuldaykendi... Yaz tatillerinde ayakkabı boyacılığı yaptım, simit ve su sattım. Ailede kendi parasıyla ilk lastik tekerlekli araç alan benim.
O yaşta otomobil almadınız herhalde...
- Yok ne otomobili, kumbaramdaki parayla bir bisiklet almıştım.
EŞİMİN PEŞİNDEN ÇOK KOŞTUM, ÇOK SÜRÜNDÜM
Sonra İstanbul’da üniversite yılları geliyor... Peder beyin gönderdiği para yetiyor muydu hem yaşamaya, hem okumaya?
- Yeter mi hiç... Daha ilk yaz Fatih’te bir diş hekiminin yanında çıraklık yaptım. Sınıf arkadaşlarım kliniğe yeni başlarken ben mesleği kapmıştım bile... Beşinci sınıfa geçer geçmez de çevreden arkadaşlarımı tedavi etmek için evimin bir odasında kendi kliniğimi açtım.
Gençsiniz, kolay teslim oluyor muydu arkadaşlarınız size? Var mı o günkü hastalardan hâlâ görüştüğünüz?
- O günlerdeki hastalarımdan çok önemli yerlerde olan isimler var ve hâlâ görüşüyorum. Ama isimlerini vermem.
Gelelim diş hekimliğinin asıl faydalarına... Eşinizle o yıllarda tanışıyorsunuz değil mi?
- Ben dördüncü sınıftaydım, Şule Hanım fakülteye daha yeni başlamıştı. Sınıf arkadaşımın kız kardeşiyle aynı sınıftaydı. O tanıştırmıştı bizi. Tanıştık ama daha sonra Şule Hanım’ı ikna etmek için çok uğraştım, çok süründüm.
Az koşmadım peşinden diyorsunuz...
- İki yıl kadar uğraştım desem yalan olmaz... Şule Hanım, üçüncü sınıftayken üniversiteyi bitirmiştim; sözlendik sonra askere gittim, dönünce de evlendik...
Eşiniz devam ediyor mu hâlâ diş hekimliğine?
- Tabii, bir polikliniği var, mesleği hiç bırakmadı. Aktif olarak çalışmaya devam ediyor.
İkiniz de hedeflerinizin peşinden koşuyorsunuz da evde başkan kim?
- Başkan, hizmet edendir, koşturandır, koşandır...
Biraz daha açık lütfen başkanım...
- Benim için başkanlık, evin kapısını açtığım zaman biter. Başarının sırrı da biraz budur zaten. Siyasi arenayı bir tiyatro sahnesi olarak düşünün. Sahnedeki rolünüze kendinizi kaptırırsanız normal hayatta sıkıntı yaşarsınız, yürüyüşünüz bile değişir. Bu değişimin sınırını çok iyi bilmek gerekiyor.
Peki bu sınırlar içinde yemek yapmak da var mı?
- Onu hiç beceremem, gençlik yıllarımda her öğrenci gibi sadece menemen yapmışlığım var, o kadar...
Yumurtadan emekliyim diyorsunuz... Peki eşiniz nereli?
- Malatya-Darende... Ama ben ille de yöre yemekleri diye tutturan biri değilim. Saat kaçta gelirsem geleyim akşam yemeğini evde yerim. Ev halkı da o saate kadar beni beklemez, şansıma ne kaldıysa idare ederim.
EVİN MUTFAĞINDA HEKİM ÇALIŞTIRIYORUM
Şule Hanım’ın evde yardımcısı var mı?
- Haftanın belli günleri temizlik için yardımcı gelir. Ama Şule Hanım yemeği kendi yapmayı tercih eder. Bu bizim de tercihimiz.
Daha ne olsun, mutfakta hekim çalıştırıyorsunuz işte...
- Biz de öyle söyler, güleriz. Şaka bir yana ona çok şey borçluyum. Hem kendi işine devam ediyor, hem iki çocuğumuzu bizzat yetiştirdi. Oğlum önce Avusturya Lisesi’ni, sonra Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kızım da Robert Kolej’in ardından şimdi Çapa Diş Hekimliği’nde ikinci sınıf öğrencisi.
Allah bağışlasın... Evde sorunsuz eşmiş gibi bir haliniz var...
- Ben de öyle düşünüyorum. Evde vakit geçirdiğim zamanlar zaten sınırlı. Bu kısıtlı zamanı da iyi değerlendirmek istiyoruz. Çocuklara gelince, öyle katı kurallarım yok ama kayıtsız bir baba da değilim. Bu dengeyi aramızda iyi sağladık.
Politikanın bu katı kuralları arasında romantizme yer var mı?
- Hanım, romantik olduğumu söyler. Eşime sürprizler yapmayı severim, çünkü onun mutluluğu benim için çok önemli. Birlikte vakit geçirmek için her fırsatı değerlendiririz, sinemaya, tiyatroya gideriz. Evde birlikte yemek yemek ve sofra başında sohbet etmek en büyük keyfimizdir.
BOĞAZ’I YÜZEREK GEÇEN İLK BELEDİYE BAŞKANIYIM
Politika yüzünden eşinizin ikinci planda kaldığını hissettiği zamanlar oluyor mu hiç?
- Neden olsun ki... Onun da yoğun bir meslek hayatı var. Aksine beni toparlayan her zaman eşim olmuştur...
Şöyle rahat bir soluk alabilmek için siz kendinizi nasıl toparlıyorsunuz bu kadar işin arasında...
- İnsanlarla beraber olmak gerçekten hoşuma gidiyor. Onları yakından tanımaktan keyif alıyorum. Gülen yüzler görmek beni rahatlatıyor. Ayrıca yüzüyorum...
Yüzdüğünüzü biliyorum...
- Türkiye’de Boğaz’ı yüzerek geçen ilk belediye başkanıyım. Geçen yıl Kıtalararası Yüzme Yarışması’nda 6,5 kilometrelik parkuru 1 saat 20 dakikada bitirdim.
“Sporda önemli olan katılmak, kazanmak değil, sadece sonuncu olan çocukla dalga geçmektir” diye bir laf vardır... Siz de çocukluk günlerinin intikamını almak için mi spora başladınız?
- Tam aksi ben ortaokuldan beri spor yaparım. Maraş’ta okulun voleybol kaptanıydım. Fakültenin voleybol takımında ve Pertevniyal Spor’da oynadım. O yıllarda Fatih’te oturuyordum, Üsküdar’daki antrenman sahasına sırt çantalarımızı yüklenip otobüslerle giderdik. Çünkü Fatih’te antrenman sahası yoktu.
Yıllar geçti, siz belediye başkanı oldunuz... Var mı şimdi Fatih’te spor salonları?
- Olmaz mı... Hem de 16 tane kapalı spor salonu, 36 tane de çok amaçlı salon yaptık.
FATİH’TEKİ TERS GÖÇÜ GERİ ÇEVİRECEĞİM
Yıllar sonra gençliğinizi geçirdiğiniz ilçenin belediye başkanı oldunuz. O günlerle bugün arasında fark nedir bölgede?
- Öğrencilik yıllarında arkadaşlarımdan edindiğim izlenim şuydu; Kadıköy, Bakırköy gibi İstanbul’un değişik yerlerinde oturan çocukların pek çoğunun aileleri Fatih’ten oralara taşınmış. Düşün; İstanbul’un nüfusunun 900 bin olduğu günlerde, Fatih’inki 500 bindi.
Peki neden bu ters göç?
- Çocuklar büyümüş, artık Fatih yetmez olmuş; yeşil alanları olan daha güzel yerleri tercih ediyorlar. Sosyo-ekonomik düzeyleri gelişen insanların şehirden ayrılıyor olması, şehre kan kaybettirir. Bunun devamlılığı sürekli kanayan bir yara gibidir.
Sizin çözümünüz neydi?
- 2004 yılında belediye başkanlığına aday olduğumda “Fatih artık bitmiş, zaten etrafı surlarla çevrili, ne yapılabilir ki” diye düşünüyorlardı. Ben “sürekli yaşanabilir Fatih istiyorum” diye yola çıktım. Yaşadığımız süreci geri çevirmek, torunları, çocukları tekrar dedelerinin yaşadığı yere döndürmek istiyordum.
Başarılı olduğunuza inanıyor musunuz?
- Evet ama bu da zaman alan bir süreç. Avrupa’da şehir merkezleri bunu 100 yıl önce yaşamışlar, sonra da dedelerinin sattıkları evleri, torunları çok daha fazla para ödeyerek geri almış. Ben bu süreci hızlandırmak istiyorum ve Fatih’te artık çok iyi şeyler oluyor. Bugün Fatih’te teknoloji, restorasyon, yeşil alanlar, eğitim ve kültür, spor; aklınıza gelebilecek her konuda büyük değişim var. Bu çalışmaları yaparken, Fatih Sultan Mehmet’in deyimiyle “bir şehir imar ederken, o şehirde yaşayanların kalbini kazanmaya” da çok önem veriyoruz.
BAŞBAKANIMIZ YANLIŞLARA HEMEN MÜDAHALE EDER
Yanılmıyorsam Başbakan da çok önem veriyor Fatih’e...
- Tabii, hatta bu konuda minik bir anım da var. Yeni belediye başkanı olduğum günlerde Sayın Başbakanımız bir cenaze münasebetiyle Fatih Camii’ne geldi. Bir ara “Mustafa, Edirnekapı’daki meydanın havuzundaki fıskiye çalışıyor mu?” diye sordu.
O detayları biliyor yani Başbakan... Peki siz biliyor musunuz?
- İtiraf etmeliyim ki bilmiyordum. “Biz Yavuz Selim’deki otobüs durağının arkasındaki havuza bir fıskiye yaptık, o fıskiye çalışıyor” diye lafı toparladım.
Lafı değiştirmeniz fayda etmedi gibi bir his var içimde...
- (Gülüyor) Şimdiki Sağlık Bakanımız Mehmet Müezzinoğlu o zaman İl Başkanımızdı, zaten Sayın Başbakanımızla birlikte Edirnekapı’dan geçerken durup bakmışlar ki fıskiye çalışıyor...
Kontrol etmeye mi gitmiş Başbakan?
- O kadarını bilmiyorum ama çok gözlemci ve yanlışlara hemen müdahale eden bir yönetici kendisi. Fatih onun için çok önemli. İnanır mısınız, kendisiyle direkt olarak görüşebilen, derdini anlatan 3 bin kişi vardır herhalde Fatih’te.
O zaman sizi de şikayet edebilirler...
- Ya tam tersi olursa?
KEŞKE HERKESİ MEMNUN EDECEK BİR FORMÜL OLSA
Düşünüyorum da Belediye Başkanı olmak kabus gibi bir durum... Her gün binlerce evrağın altına imza atıyorsunuz... Hatalı bir imza... Allah korusun...
- Doğru iş yapıyorsanız ve iyi bir ekibiniz varsa kabus filan olmaz. Tabii ki çalıştığınız arkadaşlarınız çok önemli.
Bir de ne zaman kaldırım taşları değişse işin altında bir katakulli aranır...
- İşin en kötü tarafı bu... Belediye başkanlığı dışarıdan birilerine rant kazandırmak gibi algılanır çoğu zaman.
Ağzınıza sağlık, aklımdaki soru oydu...
- Bu çok rahatsız edici bir durum. Aslında belediyecilik insanların kimliğine ve kişiliğine katkıda bulunacak şehirleri oluşturmaktır. Fark ettim ki, insanlarla şehirler arasında kültürel anlamda bileşik kaplar gibi bir ilişki var. Ya insanlar şehre katkıda bulunur ya da şehir insanlara...
Madem bu kadar açık konuşuyoruz, bir sorum daha olacak. Bazılarının dediği gibi kentsel dönüşüm bir rant dönüşümü olabilir mi, yoksa gerçekten gerekli mi?
- Yeni projeler, uygulandığı bölgeye mutlaka değer kazandırır. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Bunun neticesinde orada yaşayan insan profilinde değişiklik olur. Bizim görevimiz deprem odaklı kentsel dönüşümlerde bu profilin değişmesinin önüne geçmek.
Anlatırken kulağa hoş geliyor da pratikte nasıl oluyor bu?
- Pratikte bu çok zor. Ülkemizin ilk yenileme projesi olan Sulukule’de büyük tecrübeler edindim. Keşke herkesi memnun edecek sihirli bir formül olabilseydi.
“ARGO”DA BİR SAHNENİN ÇEKİMİNİ BEN AFFLECK İLE BİRLİKTE YAPTIK
Gelelim biraz da Fatih-Wood’a... Bizim 40 yıllık Fatih’imiz nasıl oldu da Hollywood’a dönüştü?
- İstanbul yükselen bir değer, marka bir şehir ama onu bütün dünya metropollerinden ayıran özelliklerinin bulunduğu yer Tarihi Yarımada’dır. Yurt dışından bakıldığında asıl ilgiyi burası çekiyor. James Bond’un ekibi geldiği zaman mekan olarak Fatih’i tercih ettiler. Biz de her türlü altyapıyı sağladık, destek verdik.
Verdiğiniz desteğin karşılığını görebildiniz mi? İstanbul’u kötü göstermişler diye ayağa kalkanlar oldu...
- İstanbul’un bir modern, bir de tarihi yüzü var. Modern İstanbul’a benzeyen yerleri dünyanın her yerinde bulabilirler. Bu nedenle İstanbul’un tarihi yüzü lazım yabancı filmcilere... Biz de Tarihi Yarımada’nın bütün olanaklarını sunduk. Arzu ettiğimiz gibi yansıttılar mı derseniz...
Tam da onu diyordum zaten...
- Maalesef hayır çünkü onlar İstanbul’un 30-40 yıl öncesini canlandırmayı tercih ettiler. Ama benim için 100 yıl öncesi bile olsa mekanın İstanbul olarak seçilmesi müthiş bir şey.
“Taken 2” ve “Argo”nun da çekimleri aynı bölgede yapıldı... Bu arada esnafın da gözü açılmış olmalı...
- “Argo”da Ben Affleck’e her türlü yardıma hazır olduğumu söyledim. Tabii esnaftan istismar etmeye kalkışan da oldu. Aşir Efendi’yi İran sokağına dönüştürecekler, tabelalar değişecek filan... Biz uzlaşmaları açısından esnafla film yapımcıları arasında köprü olduk.
Ben Affleck’in haberi oldu mu bütün bunlardan?
- Olmaz mı, Affleck filmin yönetmeni, her şeye o hakim. Sonra teşekkür etmek için beni sete davet ettiğinde rejide çekimler konusunda detaylı bilgi verdi.
Bir de rol teklif etseydi yakışırdı başkanım...
- (Gülüyor) Yok ama reji koltuğuna oturduk, kulaklıkları verdi ve bir sahnenin çekimini birlikte yapmış olduk. Bu esnada George Clooney de aradı. Yönetmen koltuğuna oturduğum film Oscar kazandı diye espri yapıyoruz aramızda.
Sonuçta mutlu gitti mi Ben Affleck Türkiye’den?
- Tabii ki, aslında bizim Fatih Belediyesi’nin Hollywood’da belirli bir ünü var... Dönenler “bize şöyle yardımcı oldular” filan diye anlatıyorlarmış. Bu yüzden “Argo”nun hemen ardından “Ocak Ayının İki Yüzü” ekibi geldi çekimler için...
KAPALIÇARŞI DÜNYANIN İLK AVM’Sİ
Anladığım kadarıyla sizin için önemli olan İstanbul’un dünkü, bugünkü yüzü değil de marka değeri....
- Aslında İstanbul’un marka değerinin arkasında dünkü yüzü var zaten. Dünkü yüzü ile birlikte bugünkü yüzünün tanıtılması için her fırsatı değerlendiriyoruz. Mesela, Kapalıçarşı’yı kullanmak konusunda her türlü desteği verdik, bütün dünya izledi filmi, fena mı oldu?
Kapalıçarşı dediniz de Türkiye’nin ilk AVM’si diyebilir miyiz oraya?
- Şüphesiz, hatta dünyanın ilk AVM’si...
Galiba orada sıkıntılı bir süreç yaşanıyor...
- Kapalıçarşı’daki o sıkıntılı süreç aşıldı aslında. Orada en büyük sorun bir yönetimin oluşturulamamasıydı. Bir AVM’nin, bir apartmanın bile yönetim kurulları vardır. Ama Osmanlı’dan kalma tapu sistemiyle Kapalıçarşı’da o yönetim kurulunu oluşturmak mümkün değildi. Bu yüzden Deprem Yasası’nın 15. maddesi salt bu sorunu çözmek için kondu.
Bu sorun halledildiğine göre restorasyon da başlamıştır...
- Restorasyon projesini 2009’da başlatmıştık, hâlâ devam ediyor. Ama böyle bir proje dünyada yok. Düşünsenize, çevresindeki 40’a yakın han ile birlikte 100 bin metrekarelik bir alandan bahsediyoruz. İnşallah 2014’ün ortalarında Kapalıçarşı’nın bütün sorunlarını çözmüş olacağız.
Gerçekten de Tarihi Yarımada öylesine ilginç bir bölge ki taşından toprağından tarih fışkırıyor...
- Zaten Fatih’i diğer ilçelerden ayıran da bu özelliği... 10 bini aşkın tarihi eserimiz var. Hepsiyle ilgileniyoruz, hepsinin projelerini, onarımlarını yapıyoruz. Tarihi mirasımızın üzerine titriyoruz...
ÇARŞAMBA’YA BAŞI AÇIK KADINLARIN GİREMEDİĞİ BİR ŞEHİR EFSANESİDİR
Fatih Çarşamba’ya başı açık kadınların giremediği şeklinde bir şehir efsanesi dolanır dillerde...
- Bu gerçekten bir şehir efsanesi... Bir deli bir kuyuya taş atmış, bin akıllı çıkaramamış derler ya, o misal. Ama böyle dedikoduların maliyeti çok yüksek oluyor. Toplum düzenine, bütün şehre maliyeti var ki bunu asla karşılayamazsınız.
Peki iki cümleyle sizin bu efsaneye cevabınız nedir?
- Fatih’te her çeşit insan yaşıyor. Seçim sonuçlarına baktığımızda, Fatih’te partilerin aldığı oyların dağılımının Türkiye ortalamasıyla aynı olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
KANUNİ’NİN TÜRBESİNİ GEZEN, HÜRREM’İ SORUYOR
Fatih’te de “Muhteşem Yüzyıl” sendromu yaşanıyor mu?
- Bence sadece Fatih’te değil bütün Türkiye’de, hatta çevre ülkelerde de yaşanıyor “Muhteşem Yüzyıl” sendromu. Rusya’da bile en çok izlenen diziymiş... Tabii bir resmi tarihimiz var, bir de gayri resmi...
Ben o tartışma için sormadım... Malum, Kanuni’nin türbesi Fatih’te...
- Dünyanın her tarafında tarihi eserler hikayeleriyle birlikte ilgi görür, insanları tarihe yaklaştırır. Ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış tartışmasını bir yana bırakırsanız “Muhteşem Yüzyıl”, Fatih’e olan ilgiyi daha da artırdı. İnsanlar, Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesini gezerken “Hürrem nerede?” diye soruyorlar. Halbuki Hürrem de hemen yanı başında...
MOBİL İMZAYI KULLANAN DÜNYADAKİ İLK BELEDİYEYİZ
Sosyal medyayı da çok aktif biçimde kullanıyorsunuz... Twitter, Facebook gibi yeni teknolojilerin hiç tehlikeli tarafı yok mu bir politikacı için?
- Eğer doğru kullanmazsanız tehlikeli olabilir tabii. Üstelik bir kurumu temsil ediyorsanız daha da dikkatli olmalısınız. İki tarafı keskin bir kılıç bu...
Sizin başınıza ters tarafı geldi mi bu kılıcın?
- Hayır, bu teknolojiyi iyi biliyoruz. Ayrıca iletişim ve bilişim teknolojisini hizmete dönüştürmede de mahiriz. Mesela “Mobil İmza”yı dünyada ilk bizim belediyemiz kullandı.
Babadan kalma bildiğimiz imzanın ne zararı var ki mobiline geçiyoruz?
- O sadece bir imza değil, altında ciddi bir felsefe de yatıyor...
O zaman beni de mahrum bırakmasanız bu felsefeden...
- Mobil imza ile dünyanın neresinde olursanız olun zaman ve mekanı aşıyorsunuz. Mesela siz Amerika’da bile olsanız, Fatih Belediyesi’nin bütün ihalelerinin sonuçlarıyla birlikte tüm detaylarını, bilgi edinme yasasına dayanarak mobil imza neticesinde ediniyorsunuz. Bu hem şeffaflığı getiriyor hem de bürokrasiyi azaltıyor, çünkü insan unsurunu ortadan kaldırıyor.