İzzet Çapa'nın kaleminden...

İzzet Çapa, köşe yazılarına blogundan devam ediyor. Çapa, son olarak "Paşa Gönlümün Gör Dediği!" başlıklı yazısını blogunda yayınladı.

İzzet Çapa'nın kaleminden...

İşte o yazı...


Paşa Gönlümün Gör Dediği!


“Okulda defterime, sırama, ağaçlara, oraya buraya yazacağına otur da bari uzun zamandır ihmal ettiğin o bloga yaz gördüklerini be İz-zet” deyip, aldım kalemi elime… İki haftalık zorunlu olmayan, tam da aksine bilinçli bir teneffüsten sonra blogumda hasbıhal etmek üzere tekrar döndüm aranıza dostlar! Herkese kaldığımız yerden, can-ı gönülden merhaba!

Gezmeye, görmeye, okumaya, dinlemeye ve yazmaya devam… İşte son birkaç günde ‘paşa gönlüme’ takılanlar!

Kocanızın birine Menekşem diye aşk mektupları
yazdığını öğrenirseniz ne yaparsınız?

Hayatınızı, çocuklarınızı, evinizi, anılarınızı kısaca her şeyinizi pay-laştığınız eşinizin bir başkasına "Menekşem" diye aşk mektupları yazdığını öğrenirseniz ne yaparsınız?

Eminim ki içinizden pek de iç açıcı şeyler geçmiyordur... Yukarıda bahsettiğim olayı birebir yaşamış Meral Çelen... Sonrasında da ne-ler olmuş neler...

Efendim Meral Çelen ismi şüphesiz bazılarınıza tanıdık gelmiştir. Kendisi "Hayatım süresince boyum kadar kitap yazdım ama beni sevmeyenler buna da mazeret bulup 'Onun zaten boyu kısaydı' di-yebilirler” cümlesinin sahibi Aziz Nesin'in hayat arkadaşı...

İzzet Çapa'nın kaleminden...

İlk kez 2008'de basılan, geçtiğimiz martta da tekrar piyasaya çıkan ‘Meral Çelen'in Anıları’ kitabını elime aldığımda "Ulan ben niye bunu daha önce okumadım?" diye hayıflanmaktan alıkoyamadım kendimi. Büyük ustanın tarif ettiği ‘o yüzde altmışın’ içinde olduğum gerçeğiyle yüzleştim bir kez daha… “Yetmez ama ahmaksın İzzet” dedim.

Çelen kendi çocukluk ve ilk gençlik yıllarının ardından Aziz Nesin'li dönemlerini öylesine samimi ve akıcı bir dille anlatmış ki, 839 say-fayı bir çırpıda (Üç ayda okudu) bitiriverdim.

Meral Hanım evliliğinin ilk gününden beri ne günce tutmuş ne de anılarını yazmayı düşünmüş, çünkü bunun aile mahremiyetine zarar getireceğine inanmış. Ve fakat Nesin'in vefatından hemen üç gün sonra bu kitabı kaleme alma sebebi ise çok dikkat çekici:

"Anılarımı yazmaya beni iten önemli neden, Aziz'in yakın arkadaşları da dahil olmak üzere, onun genel davranışına aykırı yazılar yazılmasıdır. Üstelik bunu Aziz'i över gibi görünerek yaptılar... İşte o zaman kocamın bütün kişiliğinin bilinmesi için anılarımı yazmaya karar verdim. Çünkü bu yazılanlar belge olarak kalacaktı. Amacım gerçeklerin ortaya çıkmasıydı.”

Bu kitabı yazmasındaki bir başka etken de Meral Hanım’ın öfkesi olmuş… "Birinci öfkem benimle yapılan röportajların yanlış yorum-larla manşetlere taşınmasıydı. Bunlardan ilki Aziz'in 'bir harem kur-duğu hikayesi’dir. Ne ben böyle bir şey söyledim ne Aziz onca ça-lışma içinde bir harem kurmaya zaman bulabilirdi. Ne Aziz bir Don Juan’dı, ne de ben ağzında çiklet çiğneyen bir kenar mahalle kızı... Böyle sözleri ancak yeteneksiz aktris adayları söyler…”

Kelimenin tam anlamıyla içini dökmüş Çelen, kaleme aldığı bu satırlarla… Bir insanın otobiyografisini yazarken ne kadar objektif olabileceği tartışılabilir. Ama Meral Çelen’in anıları iyisiyle kötüsüyle eşinin ve kendisinin pek çok huyunu ve başlarına gelen olayları anlatan 'Meral Çelen'in Anıları' madalyonun iki hatta ikiden de fazla yüzü olabileceğini görmek isteyenler için ideal bir kitap...

Hıncal Uluç ile ilk kez hemfikir olduğum mekan: Serdar Akinan’ın Efruz'u

İzzet Çapa'nın kaleminden...

Müzeyyen Abla 'Dalgalandım da duruldum' derken, sanki beni bana anlatıyordu sanki... O buğulu sesini dinlerken, dalıp gitmişim uzaklara... Hakikatten de ne dalga yaptı bu aralar iç denizim! Ama o 'çarşaf gibi' halinin geleceği sabahların da yakın olduğundan adım gibi emindim.

Aklımdan bu alt yazılar geçerken ‘Cahide Aşk Gemisi'nin İstanbul Boğazı'nın serin sularına indirilmesi kararı şerefine, ÇapaMarka'nın Kaptan-ı Derya'ları Burak ile Barış Paşa’nın davetlisi olarak Efruz'un o 280 derecelik 'beni çekip Instagram'da paylaşsana' diye bas bas bağıran müthiş panaromik manzarasının içinde kaybolup gitmiştim.

'İzzet bana bırakıyor musun masayı' diyen bir sesle, bir anda şimdi-ki zaman matriksine geri döndüm. Bu soruyu soranın Serdar Akinan dostum olduğu görünce kendimi rahat rahat onun akışına bıraktım. İyi ki de öyle yapmışım...

Dönemin ünlü gazeteci ve televizyoncusu, bu sefer de Efruz'uyla yeme-içme sektörüne 'aydınlık veren bir parlaklık' getirmişti. Hem de siparişinden servisine kadar her müşterisiyle tek tek ilgilenip, 1960'lı yıllarda babası Şükrü Bey'in açtığı Cici Meze'sinin muhteşem mirasına sahip çıkarak...

Pamukkale'den gelen isli yoğurdu, Antakya'nın deniz fasulyesi, Konya'nın küflü peyniri, Bomonti’deki bir kasaptan alınan muhteşem kokoreç ve Arnavut ciğerinin damağınızda orgazmik tatlar bırakacağına eminim. Biz ayıptır söylemesi öküzler gibi yiyerek, bir 70’liğin refakatiyle birlikte kişi başı 150’şer lira ödedik. Arka masamızdaki uzun zamandır görmediğim ama yılların kibarlığı ve mütevaziliğinden hiçbir şey eksiltemediği Soner Yalçın'ın muhabbeti de gecenin bonusuydu!

Kapıdan çıkarken bir Hıncal Uluç yazısının doğruları yansıtabileceği gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştım. O da Efruz'un efsununda kalanlardan biriydi ve söylediklerinde belki de ilk kez haklıydı! Ey Allah'ım ben bu günleri de mi görecektim!

Hayko’ya İlber Hoca’dan canlı canlı tekzip

Bilen bilir Hayko Bağdat'ı çok severim ve onun tadına doyulmaz 'gollik' muhabbeti için Hayko, Bağdat'ta olsa hiç düşünmeden kalkar giderim!

Neyseki bu sefer BKM Mutfak’taydı, mesafe kısaydı... Hem de stand-up desem stand-up değil, tek kişilik tiyatro desem hiç değil, Shakespeare’in bile adını koyamayacağı şahsına münhasır bir gösteriyle... Kendisiyle tanışmama vesile olan Salyangoz kitabının dile gelmiş halini izlemek için salondaki yerimi aldığımda, yaklaşık üç saat süren bir 'güldürürken düşündüren' klişesinden kilometrelerce uzak ama gerçekten de öyle bir dünyanın içine gireceğimin farkında değildim.

Hayko'nun gece boyunca “Yahu insan çocukluğunu bu kadar da nasıl hatırlar canım” dedirten anılarını dinlerken şaşırmaktan ve sü-rekli tebessüm etmekten kendimi alamadım. Seyirciler arasındaki Hayko Cepkin, Cem Davran, Nilgün Belgün, Melis Alphan, Hasan Cemal’i de görünce “Çanağında Hayko olsun arısı Bağdat’tan gelir” sözü geldi aklıma…

İzzet Çapa'nın kaleminden...

Gecenin bombası ise Hayko'nun sahnede canlı canlı yediği tekzip-lerdi. Çünkü İlber Ortaylı da artık mottosu haline gelen 'çok cahilsin' sloganıyla o gece oradaydı. Gecenin sonunda İlber Hoca’nın yanında sözlüye kalkmış ortaokul öğrencisi misali yaprak gibi titreyen Hayko’nun kulağına “Ulan yine ballısın. Dua et Murat Bardakçı burada yoktu” diye fısıldadım hain hain.

Geçmişi biraz da tersten dinleyip, olaylara karşı pencereden bak-mak isteyenler Müslüman mahallesinde 'Salyangoz' satan bu ada-mın gösterisini kaçırmasınlar! Biz arkadaşlarımla şahane bir üç saat geçirdik, hepinize de tavsiye ederim.

Sakarinler, katran karası sakarinler…

Ofiste sabah keyif çayımı yudumlamak için sakarinimi bardağa attı-ğım sırada çat kapı bizim Sarp girdi içeri. Hep anlatacak enteresan bir hikayesi olan ‘değişik’ arkadaş, bu sefer de sakarinin nasıl bu-lunduğundan dalıverdi konuya… Sarp’ın hikmetin sual olunmaz.

İzzet Çapa'nın kaleminden...

Müsaadenizle onun cümlelerini anladığım kadarıyla size tercüme edeyim…

Johns Hopkins Üniversitesi’nin öğretim üyesi Constantin Fahlberg (zat-ı muhterem 1850-1910 yılları arasında yaşamış), kömürün yan ürünü olan katranın kimyasal özelliklerini analiz etmek için zorlu bir araştırmaya girişiyor. Fahlberg, laboratuvarda geçirdiği günün sonunda evine geldiğinde, karısının en sevdiği bisküvilerden yaptığını görür görmez başlar tıkınmaya... Yumulduğu bisküvilerin daha tatlı olduğunu farkeden kimyagerimiz, zevcesinin her zamanki kadar şeker koyduğunu öğrenince çakar vaziyeti! Saatlerce laboratuvarda çalıştıktan sonra ellerini yıkamadan yemeğe oturan pasaklı Fahlberg, parmaklarını yalayınca katranın yan ürünlerinden birinin doğal tatlandırıcı olduğunu farkeder ve 'Şekere benzeyen’ anlamına gelen ‘Saccarin’ adını verdiği keşfiyle gönülleri fetheder… Bundan sonra çayınıza sakarin atarken bizim Sarp’ı ve onun sandığından çıkan bu acayip hikayeyi hatırlayın.