Bağımsız yönetmenlerin en önde gidenidir Darren Aronofsky. Bağımsız sözcüğünden anlayacağınız gibi kafasının dikine giden bir sanatçı... Hepimiz onu Natalie Portman’ın Oscar’lı filmi “Siyah Kuğu”nun yönetmeni olarak hatırlıyoruz ama Hollywood’un bu aykırı çocuğunun çok farklı bir öyküsü var. “Nereden öğrendin?” derseniz, sadece rastlantı eseri gelişen bir masabaşı sohbetinden. Talih kuşu bazen benim gibi tüyleri yolunmuş başlara da konuyormuş demek ki.
Dünya küçüktür derlerdi de inanmazdım. Geçen Gece gittiğim restoranda bu sözle dalga geçtiğim için kendimle dalga geçmek zorunda kaldım. Aklımın ucuna bile gelmeyecek bir isim oturmuş dansözleri seyrediyordu. Kimden mi bahsediyorum? Bağımsız filmlerin “uçarı” yönetmeni Darren Aronofsky’den. Adamın ismi zaten dilimin ucuna kolay gelir cinsten değil malumunuz, ama kaderin cilvesine bakın ki kendisi iki masa öteme gelip oturmuş.
Haa bu arada zannetmeyin ki bendeniz Darren’ı görür görmez tanıyıverdim. Sinemaya olan ilgim filmleri beni “uyutan” ve “uyutmayan” diye iki kategoriye ayırmamdan ibaret. Ama sağ olsun yanımda bir iki “filmolog” arkadaş vardı da, Aronofsky’yi görünce heyecandan bir takla atmadıkları kaldı. Benim gibi “limitli” sinema bilgisi olanlar için biraz daha açıklama yapmamda yarar var.
Darren Aronofsky o dünyalar güzeli Natalie Portman’ın oynadığı 5 dalda Oscar adayı olan “Siyah Kuğu” filminin yönetmeni. Düşünsenize daha Oscar’ları izleyeli saatler olmuş ve karşınızda bir Hollywood sakini oturuyor. “Ben kırmızı halıya gidemedim ama kırmızı halı bana geldi” diye sıvadım kolları ve adamın masasına damladım.
İşte bu rastlantı eseri gelişen masabaşı sohbeti sonrasında Darren’ın kafasının dikine giden parlak bir sanatçı olduğu iyice kesinleşti. Son zamanlarda filmlerin ve yönetmenlerin titrlerinde sık sık rastladığımız “bağımsız” sıfatının ne anlama geldiğini de birinci elden öğrenmiş oldum. Hollywood’un bu aykırı çocuğunun meğer filmleri kadar sıra dışı bir yaşam öyküsü de varmış. Sohbete şimdiye kadarki röportajlarımda sorduğum en “zor” soruyla başladım: “Neden İstanbul’dasın?”
Aronofsky, alldesign 2013 tasarım buluşması için gelmiş İstanbul’a. Öyle afrası tafrası olmayan şurup gibi bir adam. Onun bu içten halini görünce ben de gazetecilik kimliğimden sıyrıldım, başladık restoran muhabbeti yapmaya...
“Türkiye’deki servis çok hoşuma gitti, içkiler kadeh kadeh geliyor” deyince şaşırdım. Fıçıyla mı gelecekti? Meğer Darren, New York’taki Gece kulüplerinin şişe açma zorunluluğundan nefret edermiş. “Şişe açtığım zaman kazıklandığımı düşünüyorum. Zaten sırf bu yüzden New York’taki ünlü Gece kulüpleri yerine küçük barlara gitmeyi tercih ediyorum” diyor.
Yemekte garsona “Türk şarabı getir” dediğinde de hayrete düştüm. Meğer Darren geldiğinden beri, kebabından Türk kahvesine kadar bizim lezzetleri bir bir tatmış. Türk şarapları için de “Bunlar beni egzotik bir dünyaya götürüyor, muhteşemler” dedi. Ya bizim meşhur köpek öldürenleri tatsaydı?
Söz şaraptan açılınca Türk Hava Yolları’ndaki içki yasağına getiriverdi konuyu... İnanamadım, elin Amerikalı’sı nereden bilebilirdi ki bizim “iç çatışmamızı”? Zaten İstanbul’a da sık sık tercih ettiği ve “Çok başarılılar” diye tanımladığı THY ile uçmuş. “Başarıyı bırak da içki yasağını nereden biliyorsun?” diye hayretle soruyorum.
New York Times’da okumuş meğer. “İçki yasağını da, hosteslerin yeni kıyafetlerini de gördüm. Bu benim İstanbul’a beş yıl içinde ikinci gelişim ama muhafazakarlık anlamında abartıldığı gibi bir değişim olduğunu düşünmüyorum. Siz ne dersiniz?” diye masada bir münazara başlatınca apışıp kaldım tabii. Meğer ne kadar küresel olmuşuz, Sezen’in şarkısındaki gibi “Küresel dünya küresel life” durumları...
Bunları konuşurken adamın filmleri geliyor aklıma. Cahilliğimden olsa gerek “Siyah Kuğu”yu gördükten sonra keşfettim onu. Bir kült haline gelen ilk filmi “Pi”yi de hemen ardından izleyivermiştim. Aronofsky her ne kadar “Filmin sıkıcı olmasında en büyük suç yönetmenindir. Seyirciye her zaman saygı duymak lazım.
Aman dedim kendi kendime, “beni uyutan filmler” listesini Aronofsky’ye asla vermeyeyim de adam bağımsız film yönetmeniyken azılı bir seri katile dönüşmesin. Neyse “Pi”ye geri dönelim, Darren meğer o filmi ailesinden ve arkadaşlarından 100’er dolar borç alarak, 60 bin dolara çekmiş.
Darren Aronofsky, Türk sineması hakkında “Fatih Akın, Almanya doğumlu ama sanırım siz onu Türk sayıyorsunuz değil mi? Bence Fatih’in sineması büyüleyici ve onun büyük hayranıyım. Ama tabii ki Türkiye’den yeni çıkan filmleri de görmek için sabırsızlanıyorum. Bir ülkenin filmlerinin uluslararası platformlara çıkması her zaman harikadır” diyor. Ee doğru söze ne hacet umarım bizim filmler de Hollywood’un kapılarını daha güçlü, bangır bangır zorlarlar.
Masabaşı muhabbeti sürerken, Darren “Gözlerin küçük ve güzel, senden iyi aktör olur. Filmlerimden birinde oynamak ister misin?” demez mi? Benimle kafa mı buluyor yoksa şarabı mı fazla kaçırdı çakozlayamadım ama baktım adam ciddi. Dedim ki “Tanınmak için her şeyi yapan, tanındıktan sonra da tanınmamak için kara gözlüklerle gezen biri olmak istemiyorum”... Bir kahkaha daha patlattı Darren.
Nereden bilecek nasıl iyi bir oyuncu olduğumu, baksanıza çaktırmadan röportaj yaptığıma bile uyanmadı, şakıyor adam. Böylece ayağıma kadar gelen Hollywood’a kapak atma fırsatını da tepmiş oldum.
New York’ta bir devlet okulundan sonra Harvard’a girip Sinema ve Sosyal Antrolopoji okuyan, gençliğinde metro istasyonlarında graffiti yapıp o sinema senin, bu sinema benim sürten Darren’ın zirvesi şimdilik “Siyah Kuğu”... Ama buraya gelene kadar az sürünmemiş. En büyük darbeyi de Brad Pitt’ten yemiş. “The Fountain” filmi için 2,5 yıl ön hazırlık yapmışlar Brad Pitt ile.
Tam çekimlere başlayacaklarmış ki Brad bir Gece telefon edip “Ben bu projeden vazgeçtim” diye su koyuvermiş. Olmuş mu bizimki patlıcanın moru gibi? Önce çantasını takmış sırtına, birkaç ay yok olmuş ortalardan, Asya’da turlamış. Sonra dönüp başka projeler üzerine çalışmaya başlamış. Bir gün kendi kendine “Ben ‘Pi’yi 60 bin, ‘Requiem For A Dream’i (Bir Rüya için Ağıt) ise 3 milyon dolara çektim. Demek ki ucuza film yapmanın yolları da var. Brad de gidince bütçem iyice düştü. Ne yapıp edip ben bu
“Brad’in bir daha yüzüne bile bakmamıştır” diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, adamımız büyük bir profesyonellikle prodüktörlüğünü yaptığı önümüzdeki yıl vizyona girecek olan “The Tiger” filminin başrolünün Brad Pitt’e verilmesine de ses çıkarmamış. Anlayacağınız Aronofsky, “Ne de olsa kaz gelecek yerden Brad esirgenmez” diyebilecek kadar da iyi bir iş adamı.
Mickey Rourke’u çukurdan çıkarıp ona bir Altın Küre ödülü kazandıran Darren, aynı filmin şarkısını yaptırdığı efsane rock’çı Bruce Spingsteen’den de çok şey öğrendiğini saklamıyor. Filmin montajı esnasında Bruce’un yaptığı The Wrestler şarkısının sözlerinde yer alan “Sen hiç sokakta yürüyen bir bacaklı köpek gördün mü?” cümlesine kafayı takmış. “Üç bacaklı köpek duydum, iki bacaklı da ama bir bacak nasıl olur ki?” diye düşünse de şarkıyı aynen kullanmış.
Bruce bu şarkıyla Altın Küre aldıktan sonra bir Gece kafa çekmeye gitmişler. Ve Darren dayanamayıp sormuş tek bacaklı bir köpeğin nereden çıktığını. “Bazen şiirsellik hatalarda gizlidir” diye cevap vermiş büyük usta. Darren “Onun anlatmak istediği bazen mantığın kabul etmediği olguların daha hoş ve esrarengiz olduğuydu. Bu bana çok ilginç gelmişti” diyerek aslında o akıl almaz filmlerinin arkasında bu sözlerin de bir etkisinin olduğunu kanıtlıyor.
“Artık tam film bitti rahatladım” diyecekken bu sefer de çıkan bazı söylentiler yüzünden Darren’in huzuru kalmamış fani dünyada. Ee tabi Hollywood’da ağzı olan konuşuyor, millet “Aronofsky bu filmi Martin Scorsese’nin ‘Red Shoes’ (Kırmızı Pabuçlar) filminden araklamış” diye dolaşmaya başlamış ortalıkta. Yine bir balerin öyküsü olan bu film ilk kez 1948’te çekilmiş, 2005 yılında Scorsese tarafından yeniden uyarlanmış.
Darren ise önceden izlemediği bu versiyonu eleştiriler üzerine seyretmek zorunda kalmış ve Martin ustasına şapka çıkarmış. “O film tam bir başyapıt. İkimiz de baleyi konu almışız ve çift karakterli bir kadının öyküsünü anlatmışız. O günlerde bizim kullandığımız tekniklerin olmadığını da düşünürsek, Scorsese zamanın 20 yıl ötesine geçen bir film yapmış.” Scorcesse bu söylentilere hiç kulak asmıyor olmalı ki Aronofsky’e kendi elleriyle bugünlerde New York’taki First Time Festival’de Üstün Başarı Ö
Eh, biraz da romantizm gerekiyor değil mi adamımızın hayatına? Filmin çekimleri sırasında Darren ve Rachel birbirlerine aşık olur. Rachel “Çocuk da yaparım kariyer de” der ve nur topu gibi bir yavruları dünyaya gelir. Büyük aşkın sonu ne oldu diyorsanız, Rachel onun için “Pamuk gibi bir yüreği var” dese de Darren’dan ayrılıp Daniel Craig, nam-ı diğer James Bond’a gönlünü kaptırır. Üstelik yeni aşıklar bugünlerde Broadway’de bir müzikal sahnelemeye hazırlanıyormuş.
Darren bu konuda umursamaz davranıyor gibi gözüküyor ama Türk olsaydı “Önümüzdeki maçlara bakacağız” derdi herhalde. Ee ne diyelim adı üstünde Hollywood aşkları işte. Konuşurken birden aklıma geldi, şu saatlerde Hollywood kaynıyor olmalı. Oscar ödüllerinin dağıtılmasının üzerinden bir gün bile geçmemiş. “Bütün piyasanın kalbi orada atıyor, sen neden buradasın?” diye sordum. “Bu konuda tek kelime bile konuşmak istemiyorum” diye kesti attı.
Konferanstayken “Herkes Argo’nun kazanacağını düşünüyor ama benim favorim Lincoln. O benim kahramanımdı. Onun yeniden canlanışını görmek benim için heyecan vericiydi” demiş. Aronofsky’nin akademiye karşı tavırlı olmasını da hoş görmek lazım. Ee haksız da değil bizimki, sen “Siyah Kuğu” ile beş dalda Oscar adayı ol, ödülü sadece Natalie alsın. Koyar adama tabii...
Beş parasız gençlik günlerinde en büyük hayali bir avokado tarlasında çalışıp güneş altında sere serpe yatmak olan Darren Aronofsky, bugün Nuh’un hayatını beyaz perdeye aktarıyor. 2011’den beri üzerinde çalıştığı bu filmin çekimlerini geçtiğimiz aylarda yapmış, hem de Russell Crowe, Jennifer Connelly, Emma Watson ve Sir Anthony Hopkins gibi dev oyuncularla...
Masada konuyu dönüp dolaşıp yeni filmine getiriyorum. Bir ara uyanır gibi oldu, “Sen gazeteci olmayasın?” diye sormaz mı? “Yok” dedim gülerek “Söyledim ya oyuncuyum”. Ona ingilizce olarak “Noah” dedikçe o Türkçe “Nuh” diye cevap veriyor. Ee o zaman farz oldu biz de “Nuh der peygamber demez” deyiminin ne demek olduğunu anlattık kendisine dilimiz döndüğünce. Çok güldü.
“Yeni ve heyecan verici bir şey yapmaya çalışıyoruz. Daha önce yaptığım tüm filmlerden farklı olacak. Üzerinde itinayla çalışmamız gereken bir sürü sahne var çünkü bu bir heykele şekil vermeye benziyor” diyor. Darren başka heykelciklere de gözünü dikmiş olacak ki “Evet Nuh ile geri dönüyorum, Oscar heykelciklerini toplayacağım inşallah” demekten de kendini alamıyor. Üstelik “İnşallah”ı da bir Türk kadar iyi bir aksanla söylüyor. Adam öylesine araştırmış ki konuyu, inanamadım.
Biz de ona Nuh’un gemisinin şerefine bir aşure ısmarladık. Ama Darren aşureyi görünce şaşkına döndü “Ne bu?” diye sordu. “Aşure” dedik. Anlaşıldı ki ne anlatsak havagazı, haberi yok aşureden falan. “Ben bu konuda her şeyi araştırdım” diye bilmişlik yapmaya çalıştı önce; sonra mahçup bir ifadeyle “Şu sözcüğü yazsanıza telefonuma” demek zorunda kaldı.
Yazdık; o da internete girip Nuh’un gemisi ve aşure ile ilgili bulduğu sayfaları araştırılsın diye ekibine postaladı. Eğer 2014 Mart ayında vizyona girecek olan “Noah” filminde ‘aşure’ görürseniz bilin ki sebebi bendenizdir.
“Siyah Kuğu”nun çekimlerinin başlama öyküsü, filmden bile daha ilginçmiş meğer. Natalie Portman’ın hayranı olan Darren, motor demeden 10 yıl önce ünlü oyuncuyla görüşmelere başlamış. “Hiç unutmuyorum ilk kez Times Square’de iğrenç kahveleri olan bir kafede buluşmuştuk. Filmi kabataslak anlatmaya başladığımda Natalie, ‘Sen zaten filmi kafanda çekmişsin’ dedi.” Artık Darren nasıl bir girizgah yaptıysa, Natalie iğrenç kahveyi bile unutup kafadan bingo demiş bu teklife.
Natalie onun teklifini pat diye kabul etmiş etmesine de Darren, Hollywood starlarından çok çekmiş. Senaryosunu ne zaman eline alıp bir ünlünün kapısını çalsa ilk olarak çok parası olmadığını söylermiş ama bu dürüstlüğü hep bela olmuş Darren’in başına. Oyuncular bütçeyi duyunca senaryoyu ne kadar beğenirlerse beğensinler “Çok teşekkürler ama yapamam” diyerek projeyi ellerinin tersiyle itmişler.
“Bu yüzden herkesin ‘en iyi oyuncu’ olarak gösterdiği aktörlerin pek çoğu ile çalışma şansını kaybettim ama benim için onların en büyük ortak özelliği çok para istemeleriydi” diyor.
Peki filme başlamak için neden 10 yıl bekledi derseniz, Napolyon’un dediği gibi en büyük sorun “Para, para, para”... “Hangi projeye başlamak istesem kimse 1 kuruş yatırım yapmıyor” diye yakınıyor: “Sanırım bu benim zevkim ile ilgili. Ana akımın dışında işler yapıp onları ana akıma taşımaya çalışıyorum. Para bulamamam konusunda bundan başka bir neden varsa onu ben de bilmiyorum.” Onca yılın sonunda Natalie, “Yeter artık Darren, çekeceksen çek şu filmi, ben balerin olamayacak kadar yaşlanıyorum” d
“Biraz daha bekle, sen hâlâ çok güzelsin. Vaktin de hiçbir zaman geçmez” sözleriyle kandırmış onu. Neyse efendim, sonunda proje start almış ama çekimler 3-4 hafta uzayınca parasızlık yine başına bela olmuş. Natalie de her gün önüne konulan havuç ve bademlerden sıkılınca su koyvermeye başlamış. Çekimler biter bitmez de 3 gün boyunca geçirdiği aç bilaç zamanlara inat sadece spagetti yemiş.
Uyuşturucu batağına düşen Mickey Rourke’u “The Wrestler” filmi ile yeniden hayata döndürürken kariyerinin en büyük derslerinden birini de almış Darren: “Mickey’i kesinlikle kontrol edemiyordum. Rahat edeceği bir ortam hazırlayıp onu serbest bırakmaya karar verdim ve anladım ki böyle yetenekli oyuncuları yönetmenize gerek yok, onlar zaten kendilerinin yönetmeni...”
Son olarak konu kaçınılmaz bir şekilde İstanbul’a geldi. İstanbul hakkında bir iki soru sormazsak tefe koyarlar adamı. Şiş kebap, dansöz, Boğaziçi bu tarz söyleşilerin olmazsa olmazlarındandır. Tam kendi kendime “Böyle bir salaklık yapma sakın” derken, o açmaz mı konuyu. “Gördüğüm en modern şehirlerden biri İstanbul” dedi, “Beni en çok etkileyen ibadetini yapanların da içki içenlerin de bir arada yaşayabilmesi, tıpkı modernizm ve tarihi doku gibi”...
O Gece, “Acaba Darren yüzümüze karşı mı böyle konuşuyor” diye düşünmüştüm. Ama bu söyleşiyi kaleme alırken bir iletisi düştü Twitter’a. Ben de size aynen iletiyorum: “İstanbul hakkındaki düşüncelerim: inanılmaz modern bir şehir, muazzam misafirperverlik. Bence Rio’dan sonra Olimpiyatlar için kusursuz bir seçim.” Helal sana Darren, içi dışı bir, kafa adammışsın.