İzzet Çapa yazıyor..

İzzet Çapa, Kelebek gazetesindeki köşesinden yine çarpıcı bir yazı kaleme aldı..; İşte o yazı:

İzzet Çapa yazıyor..

Titanic faciasının Türkiye’ye kazandırdığı bilimadamı

10 Nisan 1912 günü İngiltere’nin Southampton Limanı’nda alışılmadık bir coşku vardı.

Binlerce insan dünyanın en büyük gemisini görmek, onun New York’a yapacağı ilk seferinde tarihe tanıklık etmek için toplanmıştı.

Titanic, tam vaktinde hareket etti.

Birkaç saat sonra uğrayacağı Cherbourg Limanı’ndan son yolcularını alıp tarihi seferini sürdürecekti.

Aynı saatlerde Paris’ten kalkan bir trende, Besim Ömer Bey içindeki heyecanı bastırmaya çalışıyordu.

Paris-Cherbourg arası 301 kilometreydi, yaptığı hesaba göre Besim Bey yaklaşık 4 saat sonra, bir ay önceden yer ayırttığı Titanic’ e binecek ve New York’a doğru yola çıkacaktı.

Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.

Besim Ömer’in treni, Fransa’daki şiddetli yağış ve toprak kaymaları sonucu limana 16 saat gecikmeyle varabildi.
Saatler önce hareket eden Titanic’in dumanları bile görünmüyordu ufukta...

Besim Ömer’in gemiyi kaçırması, onun hayatını kurtardığı gibi Türk tıbbında da çok önemli gelişmelere neden olacaktı.
Sefere çıkışından 5 gün sonra, 1513 kişiye mezar olan Titanic’in acı sonu malum... Biz gelelim ‘Titanic’ten kurtulan Türk’ olarak anılan ama aslında tam anlamıyla bir bilim cengaveri olan Ömer Besim Hoca’ya...

1900’lü yılların başına kadar İstanbul’daki bütün kadınlar evlerinde doğum yapıyorlardı. Doğum sırasında ve sonrasında çıkan komplikasyonlarda pek çok çocuk yaşamını yitiriyordu.

Askeri doktor olan ve Paşa rütbesine erişmiş Besim Ömer, Paris’teki uzmanlık eğitiminden sonra Türkiye’de ilk kez bir doğum kliniği açmaya karar verdi.

Bu konuda defalarca müracaat etse de, her seferinde Abdülhamit tarafından reddedildi. Çünkü o günlerde ev dışında doğum yapanların, gayrı meşru çocuklarını gizlemek isteyen veya genelevde çalışan kadınlar olduğu kanısı çok yaygındı.
Besim Ömer bir zina evi mi açacaktı?

Besim Paşa, bütün bu baskılara rağmen kelleyi koltuğa alarak üç odalı bir doğum kliniğini gizlice hayata geçirdi.
Durum anlaşılınca ‘şeytan’ ilan edildi, evi defalarca taşlandı hatta doğum kliniğine ‘Piç evi’ adı takıldı.

Bu arada rütbesi paşalıktan albaylığa indirildi.

Ama yılmadı...

İlk Gönüllü Hastabakıcılar okulunu açtı. 300’ü aşkın hastabakıcı yetiştirdi ki; sonradan bu kadınlar Çanakkale Cephesinde yaralı askerlerin hayata dönmesinde büyük rol oynadılar.

Besim Ömer aynı zamanda ‘Masonların Büyük Üstadı’ydı. İşin ilginç yanı, Atatürk’ün Mason Localarını kaldırdıktan sonra itibarını yeniden kazandırmak için onu Milletvekili yapmasıydı.

Bana kalırsa Besim Ömer Akalın’ı ‘Titanic’ten kurtulan Türk’ yerine, çağdaş doğum biliminin öncülerinden biri olarak anmalıyız.

Psikopatların ortak özellikleri

Pisi pisi pisikopatım, billah yaparım, sensiz olamam der senden kaçarım...

Keşke tüm psikopatlar Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson’un şarkısı gibi sevimli olsalardı ama kazın ayağı öyle değil ne yazık ki.

Efendim FBI davranış uzmanlarından Lilian Glass, ‘işi olmayan çavuşlar’ hesabı ‘çevremizdeki kişilerin psikopat olup olmadığını nasıl anlarız’ diye bir araştırma yapmış.

Sonuçları 7 maddede toplamış. Bakın neymiş psikopatların ortak özellikleri?

1- Çoğunlukla geçmiş zaman kullanarak konuşurlar.
2- ‘Çünkü’,’bu yüzden’ gibi kelimeleri çok kullanırlar.
3- Kendi ihtiyaçlarından aşırı derecede bahsederler.
4- Suç veya sorumluluk kabul etmezler.
5- Aynı soruya farklı cevaplar verip, kendi söylediklerini çürütürler.
6- Ağladıkları zaman gözlerinin önce birini sonra diğerini silerler, ikisini bir arada silmezler.
7- Vücut dilleri ile konuştukları bağdaşmaz...
Şimdi bu özelliklere sahip kim var kim yok diye çevrenizi iyice gözlemeye başlayın. Ama sonuçta paranoyak olursanız suç benim değil Lilian Ablanın...

Demet Akbağ’ın Çoban Ali’si

Çoban Ali, eline sazını alıp türküsüne başladığı zaman etraftaki kuşlar bile sus pus olurmuş.

Askere gittiğinde sevdiği kızı başkasıyla evlendirmişler, o da inzivaya çekilmiş, 20 yıldır mağaralarda yaşıyormuş.

Çevreyi çok iyi bildiği için arada bir turistlere rehberlik yaparak hayatını kazanırmış. Anlayacağınız hikayesi filmlerdeki gibi...

Hasankeyf’in bu ilginç münzevisini Demet Akbağ, Hükümet Kadın’ın ilk filminin çekimleri sırasında tanımış ve hemen ısınmış bu çağdaş Robinson’a...

İkinci filmin çekimi için Hasankeyf’e gittiğindeyse bir kez daha buluşmuşlar.

“Abla sana bir çardak açtırdım” demiş Ali...

Dicle Nehri’nin yanıbaşında kurulan çardağın altına beyaz örtülü bir yer sofrası kurulmuş.

Demli çaylar içilirken Demet acıkmış.

Bunu duyar duymaz nehirden koca bir alabalık tutmuş Ali.

Demet de sivri biberleri, domatesleri, sarımsakları özenle hazırlamış ve mutfakta kendi elleriyle yapmış alabalık buğlamayı...

Soğanlar kırılmış, muhabbet koyulaşmış. Sonra Çoban Ali almış sazı eline gür sesiyle başlamış “Değmen benim gamlı yaşlı gönlüme, ben bir selvi boylu yardan ayrıldım” türküsünü söylemeye.

Onu filmde oynatmayı çok istemiş Demet ama Çoban Ali “Benim koyunlarım, köpeklerim var onları bırakamam şimdi ama inşallah Hükümet Kadın 3’ü çekersen onda oynarım” demiş.

Bir de Çoban Ali’nin gözyaşları içinde söylediği şu cümleyi unutamıyormuş Akbağ “Hasankeyf’e baraj yapacaklar.
Burada Eyyübiler’den, Sultan Süleyman’dan kalan eserler var. 10 bin yılı aşkın tarihi barındıran köyler sular altında kalacak. Engel ol bu işe abla n’olur, sen koskoca ‘Hükümet Kadın’sın.”

20 yıldır mağarada yaşayan bu genç için Demet, “Sesi kadar yüreği de büyük.

Kim bilir onun gibi daha niceleri var Anadolu’da.

Ama bana kalırsa onları bu temiz ve saf yaşamları ile baş başa bırakmak lazım” diyormuş.

Çoban Ali, Hz. Ali’nin şu sözünün beden bulmuş hali gibi sanki; “Ne kadar yoksul olursa olsun, kanaat sahibi zengindir.”