İzzet Çapa, Kelebek'teki köşesinde "Demet Akbağ ölümden döndü" isimli bir yazı kaleme aldı..; İşte Çapa'nın o yazısı..
Yıl 1972, aylardan Eylül.
Elazığ’ın Harput ilçesinden gelen bir haber bomba gibi düşüyor ülke gündemine: “Cemo filminin çekimleri sırasında attan düşen Türkan Şoray boynunu kırdı. Ünl yıldızın hayati tehlikesi var...”
Olay, sette bulunan tek gazeteci Tercüman muhabiri Oktay İybar tarafından fotoğraflanıyor... Aradan tam 43 yıl geçiyor... Yine bir eylül günü, yine ünlü bir yıldız, yine bir film çekimi sırasında Harput’tan 250 kilometre uzaklıktaki Mardin’de bu kez at arabasından düşüyor ve ölümden dönüyor. Ama olay herkesten saklanıyor. Sözünü ettiğimiz kişi Demet Akbağ... Hükümet Kadın 2’nin çekimleri sırasında geçirdiği kazanın gizlenmesinin nedeni ise; olayın çok fazla gündeme gelip, filmin önüne geçme endişesi...
Gelelim olayın nasıl geliştiğine... Demet, çekimler sırasında sürekli at arabası kullanacağı için Mardin’e gitmeden, 10 günlük eğitim almış. Çünkü bu mereti kullanmak at binmekten de, araba kullanmaktan da zormuş. Çekimler başladıktan 15 gün sonra, iki atın çektiği ve arkasında Mahir İpek’in bulunduğu sahnede arabayı sürüyormuş. İşte ne olduysa o sırada olmuş. Virajı dönerken bir anda atlar ürkmüş; araba sallanmaya başlamış, devrildi devrilecek... Dizginlerin kontrolünü kaybeden Demet bir o yana bir bu yana sallanıyor, tutunacak bir yer arıyormuş. Sonunda arabadan aşağıya yuvarlanmış...
Çaresiz bir halde olayı izleyen set ekibi Demet’in kurtulamayacağını düşünmüş. Gerçekten de soğukkanlılığını kaybetmeyip son anda kendini sağa atmasa, arabanın altında ezilip gidecekmiş... Anlayacağınız, ölümden dönmüş. Yönetmen Sermiyan Midyat’ın çekimleri iptal etme teklifini reddeden ünlü yıldızın ilk tedavisi Mardin’de yapılmış. Çekilen röntgen filmleri İstanbul’a, Amerikan Hastanesi’ne gönderilmiş. Allah’tan kötü bir haber gelmemiş de devam etmişler filme...
Olayın ilginç yönü ise 43 yıl önce Türkan Sultan’ın attan düştüğü yerde fotoğraflarını çeken muhabirin, Demet Akbağ’ın babası olması... Bir süre önce BKM’deki sergisinde o anın fotoğrafı da yer almıştı. Kadere bakar mısınız; babasının çektiği fotoğraftaki olayın aynısını, yıllar sonra yine bir eylül günü kızı yaşadı... Ne demişler, “Kader kağıtları karıştırır biz de oynarız”...
Özgürce yaşama hakkı...
Şivan Perwer yıllar sonra yurduna döndü ve sıla hasretini bitirdi... Leyla’sını, Naze’sini, Kirivi’sini 37 yıl gurbet ellerde söylemek zorunda kalan Perwer’i düşününce hep aklıma Ahmet Kaya gelir... Her ikisinin de günün birinde bu memlekette yine baş tacı edildiğini görünce; aradaki bu zaman kaybına, çekilen acılara, yabancı ülkelerde hüzne kalkan kadehlere yanar dururum. Madem “böyle olacaktı” o zaman “neden öyle” oldu? Kim verecek bunun hesabını...
Artık bu soruları sormanın anlamsız olduğunun da farkındayım. Ama bütün bunlardan bir ders çıkarırsak gelecek nesiller aynı acıları yaşamaz. Bu nedenle Şivan’ın Diyarbakır’da söylediği şu sözleri duyunca çok etkilendim: “Dünyaya düşen her insanın özgürce yaşama hakkı vardır.”
Bizi ayrıştırmak isteyenler her zaman vardı ve olacak da... Bütün sorun bu konuda el ele olabilmek... Evet; türban da bizimdir Gezi’de, Türk de bizimdir Kürt de, Mevlana da bizimdir Hacı Bektaş’da, Hz. Nuh da... Burası peygamberlerin toprağıdır. Eğer bir taraf tutacaksak adaletin ve demokrasinin tarafını tutalım... Kızlar, erkekler, anneler, babalar,
politikacılar, askerler, öğrenciler, öğretmenler, birbirlerinin ellerini tutsunlar...
Son söz de kendim hakkında... Gezi Parkı’na gittim diye “Gezici” de dediler bana; türbanı savunduğum için “gerici” de... Oysa bir anlayabilselerdi insandan yana olduğumu... Yaratılanı yaradandan ötürü sevdiğimi... Artık korkmadan “taraflardan” kurtulup barışa uzanalım... Çünkü Şivan’ın dediği gibi, “Dünyaya düşen her insanın özgürce yaşama hakkı vardır”...
Üzgünüm, olmamış Özcan... Tüm iyi niyetimle gittim “Su ve Ateş”e... Olumsuz bir şey yazarım da “Özcan Deniz ile küstü zaten” derler diye... Beğenmemek fikriyle değil, alkışlamak üzere... Aldım mısırımı, kuruldum en arkaya... Ama üzgünüm olmamış, hem de hiç... Üstelik Özcan, Seymen Ağa ruhundan bir türlü kurtulamamış. Rica ediyorum okuduğunuz “Muhteşem bir film” laflarına kanmayın, bildiğiniz Asmalı Konak’ı anımsatan, gözyaşlarınızı esir almaya çalışan bir “kara sevda” filmi...
Rica ediyorum “Yasemin Allen duru ve saf güzelliği ile rolüne yakışmış” deyip Özcan’ın oyunculuğunu eleştirmekten çekinenlere aldanmayın. “Özcan oynamamış, rol kesmiş” deyip geçin...
Lütfen, “Adamın elinde on marifet, ne kadar yetenekli” safsatalarına inanmayın. Bir filmin künyesini kendi ismiyle doldurmakla, o işleri hakkıyla yapmak ayrı şeyler. Bunu dünyada bile başarabilen kaç kişi var ki diye bir düşünün... Kısaca Özcan yazmış, yönetmiş, başrolünü oynamış hatta müziklerini de yapıp sinemanın Putin’i olma yolunda ilerlemiş.
Oysa dünya değişiyor. Putin’in devri kapanıyor. Devir, siyasette eş başkanlık devri... Şimdi diyeceksiniz insanları neden olumsuz etkiliyorsun İzzet? Cevabım: Film vizyona girmeden o kadar olumlu etkileme yapıldı ki bırakın ben de
olumsuz yanlarını söyleyebileyim...
Son söz: Uçakta başlayıp Londra’da devam eden film, klip ile yerli dizi arasında sıkışıp kalmış. Özcan da “aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni” olma çabasında bir kez daha hayal kırıklığına uğramış. Üzgünüm... Bence siz yine de gidip izleyin. Çünkü bunlar benim kişisel fikrim ve İzzet Çapa bir film eleştirmeni değildir