İzzet Çapa röportajı...

İzzet Çapa, Prof. Dr. Bengi Semerci ile bir röportaj yaptı. İşte Kelebek'te yayınlanan o röportaj...

İzzet Çapa röportajı...

Ülkenin halet-i ruhiyesi malumunuz pek iyi değil bugünlerde... Gergin, nevrotik bir ademoğlu misali sıkıntılı günler geçiriyor. “Ya Türkiye tek bir insan olsaydı da bir psikiyatra başvursaydı, nasıl bir reçete yazılırdı?” diye düşündüm bir an ve Prof. Dr. Bengi Semerci’nin kapısını çaldım. İşte “bir bilenin” ağzından ülkemizin psikolojik portresi ve önerileri...

* Türkiye psikiyatrist koltuğuna oturmak için biraz geç mi kaldı dersin?

- Hiç kimse ve hiçbir şey için geç değildir. Kişiler ancak kendi sorunlarının farkına varıp yardım alırlarsa problemlerini çözebilirler. Toplumlar için de aynısı geçerli. Ama her şeyden önce Türkiye’yi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar; siyasetin, ekonominin, uluslararası ilişkilerin temelinde psikolojinin yattığını unutmamalılar.

* Önce siyasiler mi sorunların farkında olmalı?

- Evet, zaten amaç tedavi etmeye çalışmak değil, sorunların ortaya çıkmasını engellemek olmalı. Siyasiler psikolojiyi iyi anlayıp yönetecek ki, toplumu ayrışmaya, karmaşaya sürükleyecek söylemlerden, davranışlardan uzak durabilsinler.

* Sanırım o dönemi geçtik artık... Peki nedir bu ülkenin psikolojik rahatsızlığı?

- Bir kişiye tanı koyar gibi hastalık tanısı koyamam. Ama ülkenin yaşadığı dönemlerin sonucunda genel olarak toplumda ortaya çıkan farklı ruhsal bulgulardan bahsedebilirim.

* Haydi koy artık hocam ülkenin teşhisini...

- Toplumsal kaygı, korku, paranoyaya ulaşan bir şüphecilik, öfke ve üzüntü... Bütün bu bulgulara bakılınca genel olarak sağlıklı düşüncelerden ve davranışlardan bahsetmek de mümkün değil.

* Ortaya çıkan tape sayısı 60’ı aştı; binlerce kişinin dinlendiği açıklandı. Toplu bir “hepimizi dinliyorlar” paranoyası yaşıyor olabilir miyiz?

- Elbette toplumsal bir paranoyadan bahsedilebilir. Çoğu kişinin zaten uzun süredir dinlendiğine ilişkin şüpheleri vardı. Bunların somut olarak ortaya konulması toplumun şüphelerini paranoyaya dönüştürdü. İnsanın kendi iradesi dışında dinlenmesi güven kaybına neden oluyor ki güven ve inancın kaybı paranoyanın en büyük nedenidir.

* Paranoya korkuyu tetikler mi?

- Korku paranoyayı tetikliyor. “Ya dinleniyorsam, konuştuklarım başkalarına aktarılıyorsa ve bundan zarar görürsem” duygusu insanların kendi özgürlüklerini kısıtlamasına da yol açıyor.

* Sırların ortaya dökülmesi, toplum üzerinde kurulan baskı ve korku... Bütün bunlar birleşip bir kaos ortamı mı yaratıyor?

- Belki kaos henüz çok iddialı bir söz ama her şeyden önce özel yaşamımızın dokunulmazlığına ilişkin güvenimizi kaybettik. Sınırlarımızı, kişilik haklarımızı nasıl koruyacağımızı bilemez durumdayız. Şu anda yayınlanan konuşmalar; içeriğe inanlarda başka, inanmayıp reddedenlerde başka nedenlerle öfke ve üzüntü uyandırıyor. Öfke ve üzüntüye her kişinin, her grubun ve her toplumun verdiği tepki farklıdır.

* Bizim toplumumuzun bu duruma verdiği tepki nasıl?

- Gittikçe farklılıkları keskinleşen, ayrışan bir toplumda “bizim toplumumuz” diye bir genelleme yapmak zor. Ama genel olarak ani ve düşünmeden tepki veriyor, öfke içinde kırıp döküp, iyi-kötü, doğru-yanlış diye ayırmadan her şeyi silip atabiliyoruz. Öte yandan çok önemli, hepimizi ilgilendiren olaylara “umrumuzda değil gibi” davranıp görmezden gelebiliyoruz. Ya da kendi sorunumuzu sahiplenmiyor, bizim için başkaları çözsün isteyebiliyoruz.

* Tutarlı bir davranış biçiminden uzağız diyorsun...

- Sayılır... Daha çok uçlarda yaşıyoruz galiba. Çok sevdiğimiz, yücelttiğimiz kavramlardan, kişilerden bir anda nefret edebiliyoruz mesela... Kimileri için çıkmaz sokak gibi görünen durumlara gülümseyebiliyoruz, sonra bir bakmışsın ki aynı soruna gözyaşları döküyoruz...

* Peki hiç mi yok doğru tepkimiz?

- Olmaz mı? Örneğin çok zor zamanlarda mücadele edebiliyoruz. Sessiz, umursamaz görünüp, doğru kararlar alıp şaşırtabiliyoruz. Birbirine hiç benzemez görünen toplumun kesimleri beklenmedik durumlarda aynı noktada buluşup birleşebiliyor. Yeter ki birileri toplumu tümüyle kontrol etmeye, üzerlerinde baskı kurmaya çalışmasın. Farklılıkları keskinleştirip, körüklemesin.
DARBELERDEN MEDET UMAN VAR
* Mitinglere kefenle gidenler hakkında ne düşünüyorsun?

- “Kefen giymek” deyimi bizim kültürümüzde sık kullanılır ama mecazi anlamda. Bunu somut hale getirmek anlamsız ve gereksiz. Gerginliklerin olduğu dönemlerde kimi insanlar bazı düşüncelerini, desteklerini, isteklerini somutlaştırmaya çalışırlar. Sanırım bu amacı taşıyor. Ama çok etkili bir seçim olduğunu sanmıyorum. Bazı kavramlar soyut olduğu zaman daha anlamlıdır.

* Bu “genç” ülkenin geçmişte yaşadığı darbeler, idamlar, işkenceler gibi travmaların bugünkü psikolojimize yansıması ne?

- Çocukluk travmaları kişilerin de, ülkelerin de yaşamında önemli bir yer tutar. Travmaların ülkelere etkisi, nasıl yaşandığına ve gelecek nesillere nasıl aktarıldığına bağlıdır.

* Bizde nasıl aktarıldı?

- Maalesef bu travmaları toplumun her kesimi aynı şiddette yaşamadı, etkilenmedi. Bunların toplumsal birer travma olduğu, politikacılar tarafından da pek dile getirilmedi. Darbelerin toplumun güvenliği için yapıldığı söylendi, idam edilen kişilerin bunu hak ettikleri anlatıldı hep. Bu yüzden olaylar ortak bir travma gibi algılanmadı. Bu nedenle hâlâ darbelerden medet uman, idamın çözüm olduğunu düşünenler var.
GEZİ PSİKOLOJİSİ İYİ YÖNETİLEMEDİ
* Gezi’de uzun süredir görmediği bir eyleme tanık oldu Türkiye. Bunun siyasi sebepleri olduğu gibi elbette psikolojik nedenleri de vardı.

- Hepimizin bildiği gibi çevreci küçük bir grubun sessiz eylemiyle başladı Gezi hareketi. Onlara yapılan müdahale, toplumun yasaklar, yaşam tarzına karışma, baskı endişesi yaratan söylem ve davranışlara olan tepkisinin eyleme dönüşmesine yol açtı. Toplumun bir kesimi için bir başkaldırının sembolü haline geldi.

* Bu baskıları hisseden her kuşaktan insan varken neden gençler ön saflardaydı?

- Otoriter yaklaşımlara en çok tepki gösterenler her zaman gençler olmuştur. Bu yüzden olay gençlerle başladı ve en çok yaşam tarzına müdahale endişesi taşıyan diğer grup olan kadınların katılımı ile büyüdü.

* Erkekler yine yaya kaldı diyorsun...

- Erişkin erkeklerin biraz geriden geldikleri doğru... Ama kadınları ve gençleri, kendi yaşamlarına müdahale edilmesinden korkan diğer gruplar izledi. Kısaca bireysel yaşam ve düşünce alanlarına fazlasıyla müdahale edildiğini, baskı kurulduğunu düşünen kişilerin kendi sınırlarını koruma güdüsünün bir tepkisi, hoşnutsuzluklarını ortaya koyuşuydu bu hareket. Ama bu psikolojik süreç iyi yönetilemedi.

* köşe yazarları sık sık “artık korku duvarı aşıldı” ifadesini kullanmaya başladı. Nasıl oldu da aşıldı bu korku duvarı?

- Aşırı müdahaleler, can kayıpları, herkesin kontrolünden çıkan olaylar “daha fazla ne olabilir ki” hissi yarattı. Şiddet şiddeti doğurur denklemi bozulmadı. Ama korku duvarının aşılması da her zaman iyi anlama gelmez.

* Şiddetin şiddeti yaratması fikri başlı başına ürkütücü değil mi?

- Kesinlikle ürkütücü... Şiddetle istediğini almak da, bir şeyleri bastırmak da normal süreçler değildir. Her iki durumun normal gibi algılanmaya başlaması toplum için geri dönüşü çok zor olan acılar doğurur.
BiR ÇOCUĞUN ÖLÜMÜ HER KESiMi UTANDIRMALI
* 15 yaşında bir çocuğun ölümünde bile maalesef kamplara ayrıldık. Biz ne zaman vazgeçtik birbirimizin acılarını paylaşmaktan ve anlamaktan?

- Bana göre bir çocuğun ölümü, öldürülmesi toplumun her erişkin ferdinde utanç hissi uyandırmalı. Cenazeye katılanın da, suskun kalanın da, garip mesajlar atanın da o utancı içinde hissettiğine inanıyorum. Bir çocuğu ölümden koruyamamanın, onun ölümüne neden olanları durduramamanın utancını paylaşırken diğeri için “öteki” olmalarına imkan yok.

* Artık kendi acılarımızı başkalarınınkinden yüksek görüp, farklı düşüncelerde hayatlarını kaybeden gençlerin acısını yarıştırır mı olduk, yoksa Berkin’in gidişi bizi birleştirdi mi?

- Birleşmek için ölüm, hele bir çocuğun ölmesi gerekmemeli. Bir çocuğun ölümünde diğerini “öteki” sayabilmek için her dine, her inanca, her politik görüşe ihanet etmek gerekir. Bunu yapabilenler, toplumun bir bireyi olmaktan, daha da önemlisi insan olmaktan vazgeçmiş olmalı.

* Berkin’in hayatını kaybetmesi hepimizde çok derin yaralar açtı. Nedeni sadece bir çocuk olması mı?

- Elbette çocuk olması çok önemli bir etken ama tek etken değil. Berkin konusundaki söylemlerde önemli bir şey daha var. Berkin için üzülenler, eylem yapanlar ekmek almaya gitmesini vurguluyorlar. Bunun hiç önemi yok. O bir çocuk, eyleme katılırken ya da başka bir şey yaparken öldürülmüş olması sonucu değiştirmez. Ekmek almaya gitmesi vurgulanınca sanki başka bir şey olsa farklı olacaktı kanısı çıkabiliyor ve birileri de onun eylem yaptığını ispata çalışıyor. Oysa ne yaparsa yapsın o bir çocuktu ve öldü. Berkin büyümeyecek, onun bu şansı olmayacak.

BERKİN HERKESE KAYBOLAN UMUTLARINI HATIRLATTI

* Tek etken değil dedin...

- Berkin Elvan yaşama tutunmak için 269 gün mücadele etti. Bu günler boyunca tanıyan, tanımayan herkes Berkin’den iyi bir haber bekledi. Ve Berkin’le birlikte herkes “kaybettim” duygusunu yaşadı. Çocuk, aynı zamanda umut demektir. Berkin kitlelere kaybolan umutlarını hatırlattı. Çocuk hoşgörü, saflık demektir. Tüm bu duyguların kaybı Berkin’de simgeleşti. Sloganlar her benzeri ölümün ardından “unutmayacağız” der ama önemli olan buna yol açan süreçlerin unutulmaması, ders çıkarılarak tekrarlanmaması.

* Bir baba “Evladımın katilini ortaya çıkarın, başka bir talebim yok” diye feryat ediyor. Diğer ebeveynlere bunun etkisi nedir?

- Berkin’in babasının da, cenaze akşamı kaybedilen Burak Can’ın babasının da tutumları, konuşmaları herkese örnek olmalı. Evlatlarını kaybetmiş olmalarına rağmen kitleleri çatışma ortamından uzak tutacak çağrılarda bulundular. Adalet istemelerinden doğal ne olabilir? Herkes adalet istemiyor mu? Adaletin yerine gelmesi, acımızı hafifletmese de huzur sağlamaz mı?

* Olaylar ve ölümler yüzünden birçok insanın polise bakışı olumsuz etkilendi. Bu durum ciddi bir tehlike değil mi?

- Polis demek güven demektir. Adı üstünde “emniyet gücü”. Geçmişte ve bugün, polis teşkilatının çoğu kez bu insanlara vermesi gereken güven duygusunu kaybedecek tutumları oldu. Ayrıca son gelişmelerde, devletin kendisi en azından bazı emniyet mensuplarının “güvenilmez” olduğunu açıkladı, ilan etti. Alanlarda kitleler ve polis karşıt iki güç gibi sunuldu. Ölümlerin güven beklenen yerden gelmesi öfkeyi artırdı. Üstelik polisin yanı sıra adalet sistemine güvenin kaybı, adaletin yerine gelmeyeceği duygusu öfkeyi iyice körüklüyor.

* Ne ara bu kadar nefret dolu bir millet olduk? Hep sürecek mi bu öfke?

- Polis teşkilatının yeniden güven kazanması gerek. “Biz sadece görevimizi yapıyorduk” cevabı yeterli olmaz bunun için. Görevin koşullarını, sınırlarını tekrar gözden geçirmeli, kendi içlerindeki sorunları gidermeli, halka yeniden onların emniyet gücü olduklarını göstermeliler. Çok zor değil aslında, emniyetten atılan bir tweet, yaşlı kadına sarılmış, görevini doğru yapmaya çalışan bir polis fotoğrafı, insanları hemen yumuşatabiliyor. Unutmayalım ki ne kadar kızarsak kızalım, ihtiyacımız olduğunda polisten yardım istiyoruz.
ÖLÜMÜN TARAFI OLMAZ
* Berkin’in toprağa verildiği gece çıkan olaylarda bir gencimiz ve bir polisimiz daha hayatını kaybetti. Onlar aslında ne öteki ne beriki, hepsi bizim canlarımız değil mi?

- Ölümün tarafı olmaz. Ölüm insanlar arasındaki tüm farkların kalktığı bir zamandır. Bizim kuşak da, bizden bir önceki kuşak da bunu çok iyi bilir. “Sizden”, “bizden” diye sonuçlanan ölümlerde aslında ölenin hep “biz” olduğumuzu gördük. Sokak çatışmalarının, güvenlik güçlerinin baskı olarak kullanılmasının, öldürmenin ve ölmenin sonucunda kimsenin “kazanmadığına” bu ülke defalarca şahit oldu.

* Şu günlerde yaşadıklarımıza bakınca pek ders almış gibi görünmüyoruz.

- Aslında ölümüne kavgaların acı sonuçlarının özgürlüğü nasıl engellediğini unutmamış olmamız gerekiyor. Sokaklarda ölen gençlerin, idam edilen çocukların anıları henüz kaybolmadı. Hak ve özgürlükler, inançlar, düşünceler gençlerin kanı ile savunulamaz.

* İyi söylüyorsun, hoş söylüyorsun da kim bütün bunların sorumlusu?

- Toplumsal ayrımcılıkları körükleyen herkes... Politikacı, gazeteci, örgüt lideri, uzman, akademisyen, ebeveyn ya da herhangi bir toplum ferdi fark etmez. Kim ayrımları, düşmanlıkları körüklüyorsa, o da ölen her kişinin, her gencin ölümünden en az öldürenler kadar sorumlu olacaktır.

* Bu işin panzehri ne?

- Sakinliğe ve karşılıklı saygıya acil ihtiyacımız var. Sadece kendimizin doğru ve haklı, sadece bizim istediğimiz dünyanın gerçek olduğu yanılsamasından hemen kurtulmamız, bunun için hep birlikte uğraşmamız gerek. Hoşnutsuzluklarımızı doğru kelimelerle dile getirmeyi ve diğerlerini dinlemeyi, anlamasak da saygı göstermeyi öğrenmeliyiz.

* Z kuşağı Berkin Elvan’ın ölümünden nasıl etkilenecek?

- Demin de söylediğim gibi bu etki, onun nasıl aktarıldığı ile bağlantılı olacak. Öğrencilik dönemimizdeki olaylarda ölen arkadaşlarımız bizi nasıl etkilediyse, Berkin ve diğer gençlerin ölümleri de şimdi çocuk ve genç olanları öyle etkileyecektir.

* Bunu biraz daha açsan...

- Bazı aileler Berkin’in ölümünü örnek göstererek çocukların yaşam alanlarını kısıtlayacak, bir kısmı polis gücüne karşı olumsuz duygularla ve korkuyla büyüyecek. Berkin bazılarına bir kahraman, bazılarına olumsuz örnek olarak anlatılacak. Bu arada ne yazık ki bazı çocukların ondan haberi bile olmayacak.

* Böylesi güvensizlik ve çatışma ortamlarında “aynı ligde oynamadıklarımıza” karşı hissettiğimiz hoşgörüsüzlüğü nasıl yenebiliriz?

- Önemli bulduğum bir sözü tekrarlayarak başlamak istiyorum: “Düşmanla karşılaştık ve o biziz...” Çünkü “öteki” yaratmanın yolu, diğerine kötü, yanlış, farklı gibi olumsuz nitelikler yüklemekten, onu nefret edilecek, yok edilecek bir yaratık haline getirmekten geçer.

* Aslında hepimizin içinde bir “öteki” yok mu?

- Onu söylemeye çalışıyorum zaten. Bu olumsuzlukların hepsi her birimizde var. Öteki olmadan biz olmak da zor. Ötekinin varlığı bizim varlığımızı tehdit eden değil, aksine sağlamlaştıran bir durum. Kendi düşüncemize, isteklerimize, haklarımıza inanıp sahip çıktığımız sürece, diğerlerinden korkmamız gerekmiyor. Bunları görmemiz, aksine inandırmaya çalışanların etkisinden kurtulmamız gerekiyor.
SEÇİM SONUCU KİMSEYE MUTLAK GÜÇ VERMEZ
* Seçimler yaklaşırken müthiş gerilimli bir süreç yaşıyoruz. Bunun sandıklara yansıması nasıl olur?

- Bundan önce de çok gergin seçim dönemleri yaşadık. Ama en kritik günlerde bile halk sağduyusunu ortaya koyarak oyunu kullandı. Aslında seçim sonuçlarını etkileyen birçok faktör var. Seçimin neyi temsil ettiğini de unutmamamız lazım.

* Tam bir genel seçim atmosferi yaşıyoruz... Bu durumda “seçilen” mutlak galip mi olacak?

- Oy kullanırken seçmen kendi düşüncesini belirtecek. Seçim sonuçları kimseye mutlak güç vermez. Atılan oylar, seçilene de, seçilmeyene de halkın “Benim için daha çok şey yapman gerek” mesajını farklı biçimde iletmesidir. Bu durumda unutulmaması gereken, toplumlar için seçim gücünün önemli ve vazgeçilemez bir demokratik hak olduğudur.

* Bu ara “keşke imkanım olsa da çekip gitsem buralardan” diyen azınlıkların sayısı süratle artıyor.

- Azınlıklarınki geçmiş travmalarına bağlı olabilir. Belirsizlikler kaygılarını çoğaltıp, travmalara ilişkin korkuları artırır. Bir grup kolay yol bu olduğu için söylüyor; yani “durumdan hoşnut değilim, değiştirmekle uğraşmaktansa giderim”. Ama asıl önemli olan ve korkutan, çoğunun bu durumun değişmesi konusundaki umutlarını kaybetmiş olmaları.

* Nereye gitti bin yıldır bu topraklarda yaşayan insanların umutları?

- Demokratik bir ülkede rahatsız olduğun düzeni değiştirmenin temel yolu seçimlerdir. Eğer seni yönetenlerin yönetim şekli, düşünce sistemleri hoşuna gitmiyorsa, sana daha uygun alternatifleri ararsın. Oysa şu anda birçok insan onların umutlarını gerçekleştirecek alternatif olmadığını ya da olan alternatiflerin de yeterince etkin olmadığını düşünüyor. Muhalefet halkın büyük kısmının umutlarını ayakta tutacak söylemi, değerlendirmeyi ve eylemi yapamıyor. Demokrasi dışı yolların doğru olmadığına inanan bu kişiler “bir gitsem” diyor. Umut gerek.

* Gençler gelecekten korkuyorlar mı?

- Sanmam. Genç olmak demek, her şeyi yapacak gücün olduğuna inanmak demektir. Belirsizlikler, işsizlik, sosyal destek yokluğu elbette gelecek kaygısı yaratıyor ama korku değil. Biz onlardan korkmazsak, biz onlara düşmanlık, umutsuzluk aşılamazsak, biz onları ölüme yollamazsak, bırakın korkmayı bizleri de korkularımızdan kurtaracaklarına inanıyorum.

* Ölü bedenler üzerinden siyaset yapacak kadar insanlığımızı ve vicdanımızı kayıp mı ettik?

- Demokrasi kültürünün tam gelişmediği, siyasetin yaratılan kahramanlar ve antikahramanlar üzerinden sürdürüldüğü tüm toplumlarda maalesef ölümler üzerinden siyaset yapılır. Ölümün getirdiği öfke ve korku taraftar kazanmak, taraftarların tepkilerini kontrol etmek için kullanılır. Ayrıca marjinaller, sağlıksız tepki verenler, zorbalar her zaman vardı ve olacaktır. Bu onların kişisel patolojilerinin belirtisidir. Önemli olan onlara nasıl tepki verdiğimiz. Onları desteklemez, baskılarına boyun eğmez, bizleri kışkırtmalarına izin vermezsek aykırı sesler olarak yalnız kalırlar. Halk bu tür siyasete prim vermezse, duyguları ile aklını doğru kullanırsa, cenazeler sadece paylaşılan ortak yaslar olur.
"Toplumda etkinliği olan, kitlelere ulaşabilen her kesim kışkırtıcı söylemleri bırakmalı. Onlar bırakmıyorsa biz onları dinlemeyi, desteklemeyi bırakmalıyız. Onlar sağduyulu olamıyorsa, halk sağduyusunu bir an önce kazanmalı. Halk olmak için, millet olmak için diğerlerine ihtiyacımız var. Köylümüze, komşumuza, sınıf arkadaşımıza, neye inanırsa inansınlar, nasıl yaşarsa yaşasınlar ihtiyacımız var. Diğeri olmazsa yarım kalırız."



KALICI OLAN HALKTIR DİĞERLERİ DEĞİŞİR
* Neler oluyor bize, deliriyor muyuz?

- Ötekileştirmenin kötülüğünü konuşurken, “deli” gibi ötekileştiren bir kelimeyi kullanmak hiç doğru değil. Kastettiğin sağduyumuzu yitirmekse, evet akılcı düşünceden uzaklaşıp sloganlara, olmayacak mutlak doğrulara sarılmaya başladığımız gerçek. Tek doğrunun biz, her yanlışın öteki olduğu, kötüyü eleştirirken iyileri kaçırdığımız bir yere geldik.

* Bugünlerde bize ne “ilaç gibi” gelir dersin?

- İlaç biziz. Ülkemizin gücünü, varlığımızın gücünü, birlik olmanın gücünü unutmuşsak, umutlarımızı, mücadele gücümüzü çalmalarına izin vermişiz demektir. Oysa biz “bittiler” denildiği zaman, milli mücadele günlerinde, umutsuzluğa, üstelik gerçek umutsuzluğa yol açabilecek koşullara karşın hiçbir ayrımı gözetmeden birlik olmanın, birbirimize tutunmanın iyilik ve başarı getirdiğini çok yakın tarihte yaşamış bir ülkeyiz. Umutsuzluk karanlık bir duygu. Bir olup, umutlarımızın çalınmasına izin vermemeliyiz. Çünkü kaybedeceğimiz şey çok. Varlığımız, bağımsızlığımız, çocuklarımızın geleceği...

* Ne yapsak da bu gerilimli süreci en hasarsız şekilde atlatsak?

- Öncelikle tüm siyasi liderlerin söylemlerini değiştirmeleri gerekiyor. Diğerlerini kötüleyerek, diğerlerinin olumsuzluklarını vurgulayarak, halkın öfkesini artırarak siyaset yapmayı bırakıp yapıcı siyasete dönmeleri şart. Birinin kötü olması, diğerini iyi yapmıyor. Sonra toplumda etkinliği olan, kitlelere ulaşabilen her kesim kışkırtıcı söylemleri bırakmalı. Onlar bırakmıyorsa biz onları dinlemeyi, desteklemeyi bırakmalıyız. Onlar sağduyulu olamıyorsa, halk sağduyusunu bir an önce kazanmalı. Halk olmak için, millet olmak için diğerlerine ihtiyacımız var. Köylümüze, komşumuza, sınıf arkadaşımıza, neye inanırsa inansınlar, nasıl yaşarsa yaşasınlar ihtiyacımız var. Diğeri olmazsa yarım kalırız. Güçlü ve kalıcı olan her zaman halktır, diğerleri değişir.

* Ya bu tedavi tutmazsa, ne olur Türkiye’nin sonu?

- Daha önce de söyledim. Biz bu filmi gördük. Kendi kendimizi tedavi etmezsek, kesin çare olan tedaviyi reddedersek iyileşemiyoruz. Birbirimizi öldürmeden, kovmadan, hapsetmeden, sindirmeden birlikte yaşamayı beceremezsek, birilerinin özgürlüklerimizi, haklarımızı, geleceğimizi bizi “kurtarmak, korumak” adına gasp etmesine izin vermek zorunda kalıyoruz. Düşman kalmamış gibi kendi içimizden düşmanlar yaratmak, sadece daha fazla ölüme, daha fazla acıya, daha fazla umutsuzluğa neden olur. Bunları bilirken, denemişken ya tedavi olmazsa? Bu bir seçenek olamaz, olmamalı.