İzzet Çapa, Mario Levi röportajı!

“Birileri bana hikâyelerini anlatmam için kendilerini gösterdi, hatta hayatıma girdi... Ben de varolmamızın sebebi dili, varolma sebebim Türkçe’yi kullanarak bu hikayeleri okuyucuya taşıdım” diyor Mario Levi. Şu an 56 yaşın keyfini, üçüncü babalık deneyimine hazırlanarak sürdüren Levi, Çağdaş Türk Edebiyatı’nın önemli yazarları arasına adını altın harflerle yazdırmayı başarmış bir isim.

İzzet Çapa, Mario Levi röportajı!

Yeni kitabı “Size Pandispanya Yaptım”ı okur okumaz, kitabın içindeki tarifler kadar lezzetli bir röportajın bizi beklediğine emin oldum. Kitapları 23 dile çevrilmiş, yeni kitabı 2014’te İspanyol okurlarla buluşacak olan Levi; kariyerini reklam yazarlığından radyoculuğa, ithalatçılıktan gazeteciliğe kadar geniş bir yelpaze üzerine kurmuş. En büyük tutkusu yazmak olan bu usta “kelime avcısı”nın bir diğer vazgeçilmezi de “Çocukluk şehrim, gençlik dünyam. Suyunu içtiğim yer” dediği İstanbul. Mario Levi’nin İstanbul’unu, pandispanyasını, “O günlere dönmek istemiyorum” dediği çocukluğunu, evliliğini, kısacası onu o yapan ne varsa hepsini konuşmak için bir araya geldik.


* İstanbul’da 500 yıllık geçmişi olan Yahudi bir aileden geliyorsunuz. Bu huysuz ve tatlı şehri en iyi siz anlatabilirsiniz belki de bize...

- İstanbullu kimliğini tanımlamak çok kolay değil. En iyi olmasa da belki en yürekten anlatabilirim. Ansiklopedik bilgiler, yaşanmışlıkla desteklenmezse hiçbir işe yaramaz. Bilginin yaşanması ve içselleştirilmesi gerekir.

* “Okuyarak değil yaşayarak öğrendim” mi diyorsunuz?

- Bu kültür bana “Hadi sana bunları öğretelim” şeklinde değil, yaşayarak kendiliğinden aktarıldı. Bu kültürde; deniz, balık, giyinme, diller var. Benim için İstanbul’un dilleri var.

* Bir insan olsaydı nasıl tarif ederdiniz İstanbul’u, şefkatli midir?

- Hüzünlü olan şefkatli olmaz mı? Öyle olmasaydı onca yıl, hatta yüzyıllar boyunca bu kadar insana kucak açmazdı. Sırlar ve saadet kapısı olmazdı. Ben İstanbul’u bir göç şehri olarak görüyorum.

* Peki İstanbul nasıl etkilendi bu göçlerden?

- İnsanlar gelmiş İstanbul’a yeni bir umutla... Gitmişler başka şehirlere, başka coğrafyalara, başka umutlarla. Hep gelenler gidenler olmuş. Gelenler kendi bilgileriyle, kendi hayatlarıyla, kendi hikayeleriyle gelmişler; gidenler hikayelerini bırakıp gitmişler.

* Uzun uzun konuşacağız, önce şuna bir açıklık getirelim. Size Musevi mi Yahudi mi demeliyim?

- Kesinlikle Yahudi demenden yanayım. Yahudi sözcüğü yerine Musevi sözcüğünü kullananların daha nazik olacaklarına hiç inanmıyorum. Yahudi’ye yüklenen bazı sıfatlardan dolayı “Yahudi”, biraz küçümseyici bir tanım haline geldi ama bu çok yanlış. Yahudilik, Museviliği aşan bir kimlik ve kültürü temsil eder. Musevilik dediğinizde sadece dini bir kimliği vurguluyorsunuz. Oysa ki din Yahudiliğin sadece bir parçası.

MUTSUZ GEÇEN ÇOCUKLUĞUM SAYESİNDE YAZAR OLDUM

* Bu konuyu da aydınlığa kavuşturduğumuza göre çocukluğunuzun İstanbul’una dönelim...

- Mutlu bir çocukluğum olduğunu söylemem. Hep yalnızdım ve çevreme uyum sağlamakta zorlanırdım. Fakat şimdi dönüp baktığımda “İyi ki de öyleymişim” diyorum.

* Hoppala, o neden?

- Çünkü öyle bir çocukluğum olmasaydı belki de yazar olamayacaktım. Sonradan fark ettim ki o zor dönem, kaderin beni yazmaya teşvik etmesiymiş.

* Yazarlık alın yazınızda varmış...

- Kesinlikle! Yaşadığımız acıların ve mutsuzlukların, öğrenme açısından bize birer armağan olduğunu düşünüyorum. Çok küçük yaşlardan beri günlük tutuyorum çünkü hayal kurmayı, hikâye anlatmayı ve yalan söylemeyi seviyorum.

* Bu topraklarda yaşayan azınlığın bir parçası olmanızın etkisi var mı yazar olmanızda?

- Çocukluğumda ve gençliğimde ailemden aldığım Yahudi kültürünün yanında, İstanbul ve Osmanlı kültürünün de etkisiyle büyüdüm. Kısaca hem doğulu, hem de batılı bir tarafım var.

* Zengin bir adamsınız yani.

- (Gülüyor) Öyle görüyorum kendimi. Üstelik bunun için özel bir çaba sarf etmedim.

* Bu kültür mozaiği içerisindeki dengeyi sağlamak zor olmuyor mu peki?
- Ben ne Yahudiliğimden kopuyorum ne de evrenselliğimden. Musevi olmanın getirdikleri, sabah ezanının hissettirdikleri, kilisede yanan mumların kokusu ve tüm kültürlerin bana kazandırdıklarına İstanbul diyorum.

BİZİM DİLİMİZ İBRANİCE DEĞİL, LADİNO’DUR

* Evde İbranice mi konuşuluyordu?

- İbranice hiçbir zaman biz Sefarat Yahudileri’nin dili olmamıştır, sadece din kitaplarında kalmıştır. Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudilerin benim kuşağıma kadar aktardıkları dil 15. yüzyıl İspanyolcası olan Ladino’dur.

* Peki ya sizden sonraki kuşak?

- Ladino’yu evde babaannesinden öğrenen bir çocuk olarak, bu dili duyup yetişmiş son kuşağım açıkçası. Bizden sonra Ladino kaybolma yoluna gitti.

* Neden bıraktı babaanneler torunlarına Ladino öğretmeyi?

- 19. yüzyılın ortalarında Ladino’nun bir cehalet ve yoksulluk dili olarak kabul edilmesinden dolayı Fransız Yahudileri, Osmanlı Yahudilerine eğitim veren okullar açmaya başladı. Osmanlı coğrafyasında yaşayan Yahudiler anadillerini unutup, frankofon elitlere dönüştüler. Haliyle de ikiye bölündük.

TÜRKLEŞTİRME POLİTİKASI YAHUDİLERE İKİNCİ DARBEYDİ

* Burada elitleştirme adı altında bir yok etme politikası mı vardı?

- Kendiliğinden oluşmuş bir şeydi bu.

* Planlanmış bir durum değildi yani?

- Hayır değildi. Ulusal devletin oluşmasıyla birlikte başlayan “Türkleştirme” politikası ise Yahudilere ikinci büyük darbe oldu.

* “Darbe”ler arasında epey bir zaman var.

- Aynen öyle... İlk darbe 1800’lerde, diğeriyse 1930’larda gerçekleşti. Türkçeyi bu kadar iyi bilmemin en büyük sebebi; anneannem ve babaannemin sokakta konuşmasıyla dalga geçilmesine içerlemem ve Türkçe’yi çok iyi öğrenmek için bir hayli uğraşmamdır.

* İşin Türkçesi, “kompleks yapmışsınız”...

- Şüphesiz. Anneannem gerçekten çok kötü bir aksanla Türkçe konuşurdu. Sokakta Ladino dilinde sohbet ederken, onların yanında olmaktan utanç duyardım.

* Biraz ayıp etmişsiniz Mario Bey.

- Haklısın çok acı bir durum. Sefaradların dili Ladino’nun ölmesine az kaldı. Onlara ne kadar büyük bir haksızlık yaptığımı şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Aslında bu tipik bir azınlık politikasıdır, aynısını şimdi Almanya’daki Türkler de yaşıyor.

* Hep devlet politikalarını suçlarken aslında azınlıklar dolaylı yoldan kendilerine zarar veriyor diyebilir miyiz?

- Tabii, azınlıklarda güce tapma duygusu hakim oluyor. “Bu yönümüzle dışlanmayalım” diyerek atılan adımlarla çoğunluk içinde eriyoruz.

İLK AŞKIMI, İLK KADINIMI TÜRKÇE YAŞADIM

* Kader sözcüğü hiç dilinizden düşmüyor.

- (Gülüyor) İbn-i Haldun “Coğrafya kaderdir” der. Benim kaderim İstanbul’da doğup, büyümem ve bu şehrin beni inşa etmiş olması... Bir kibir değil de saptama olarak söyleyeyim; isteseydim kitaplarımı biraz zorlanarak da olsa Fransızca yazabilirdim ama Türkçeyi seçtim.

* İstanbul’a olan vefanızdan dolayı mı?

- İlk aşkımı, ilk kadınımı Türkçe yaşadım; sokakta, mahallede Türkçe konuşarak futbol oynadım. Hâlâ kızdığımda Türkçe küfür ediyorum, bu yüzden Türkçe benim dilim.

* Peki rüyalarınızı hangi dilde görüyorsunuz?

- Sadece anneannemi gördüğümde rüyalarımda Fransızca konuşuyorum (gülüyor).

ÜÇÜNCÜ EŞİM ESKİDEN ÖĞRENCİMDİ

* Biraz özel hayatınızdan bahsedelim. Evlilik nasıl gidiyor?

- Bak işte o konuda mutluyum diyebilirim.

* Bu ilk evliliğiniz değil sanırım.

- Üç kere evlendim, ilk evliliğimden iki kızım var. Üçüncü de yolda.

* Eşiniz nereli?

- Ece, Selanik göçmeni Müslüman bir ailenin kızı. Geçenlerde ona “Siz göçmensiniz, biz İstanbul aristokrasisiyiz” diye takıldım, o da bana “Siz de herhalde Endülüs’te çobandınız” dedi. (Kahkahalar)

* Doğacak kızınızın dini ne olacak?

- Ece’yle çocuğumuza her iki kültürü de aşılama kararı aldık.

* Ece Hanım’la nasıl tanıştınız?

- Kendisi öğrencimdi.

* Hocasıydınız kocası oldunuz diye espri yapacağım ama...

- Kötü bir espri oldu gerçekten (gülüyor).

* Eşiniz dersinizden rahat rahat geçmiştir herhalde.

- Bir sabah kahvaltı ediyoruz, kendisine “Sen hâlâ ödevini vermedin” dedim. O da bunun üzerime “Ne ödevi ya?” diye sordu. Birlikte olduğumuz için idare edeceğimi sanıyordu galiba... (Gülüyor)

* Torpil yok yani?

- Asla, not olarak da BB verdim. İleride ne olur, ne olmaz (gülüyor).

* Aranızdaki yaş farkı endişelendirmedi mi sizi?

- Hayır, aramızda 25 yaş fark var ama bunun benim için hiç önemi yok. Asıl soru benim şu anda bu birlikteliği yaşamaktan mutlu olup olmadığım.

* 56 yaşında baba olmak da cesaret ister ama.

- Şubatta doğacak kızımın birçok açıdan talihli olduğunu düşünüyorum çünkü ben artık tecrübeli bir babayım. Tek isteğim beni gerçekten tanıyabileceği yaşa kadar yaşamak.

BİR TOPLUMU SİLMEK İSTERSENİZ ÖNCE DİLİNİ YOK ETMELİSİNİZ

* “Herkes kendi dilinde ölüyor” diyorsunuz. Peki size göre hayatta kalmanın dili nedir?

- Yüreğin dilidir şüphesiz. Ben bu yüzden yüreğimde kendi dilimi arıyorum, bana en çok ait olduğuna inandığım sesi. Aksi halde değer miydi bu kadar bedel ödemeye? Ama bunun yanında gerçek anlamıyla bildiğimiz dillerin de var olmak açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir toplumu silmek istiyorsanız önce dilini yok etmelisiniz. Hiçkimsenin bir başkasının dilini sürgüne göndermeye hakkı yoktur.

* Bunun acısını yaşayan bir gruptan geliyorsunuz...

- Evet, o yüzden bu konuda çok duyarlıyım. Biz azınlık psikolojisini konuşurken, Almanya’da 4. kuşak doğmaya başladı. En büyük problemleri Türkçe’nin kaybolması. Orada yaşayan genç Türkler “Ben Almanlaşacağım, artık kara kafa olmayacağım” diye düşünüp Türkçe konuşmuyor bile.

* Sizin “Anneannem gibi olmayacağım, Türk gibi konuşacağım” dediğiniz gibi...

- Tamamiyle aynı kaderi yaşıyoruz. Almanya’da yaşayan Türklerin çok iyi Almanca öğrenmeleri gerektiğini savunuyorum. Ama yaşadığın ülkenin dili yanında kendi lisanını da bilmen şart.

AŞK ACISI YÜZÜNDEN İNTİHAR EDECEKTİM

* Mutsuz çocukluğunuz sizi yazmaya itmiş, peki ya şimdi?

- Aynı duygularla yazıyorum diyebilirim. Hatta mutluluktan hiçbir sanat eseri çıkmayacağına inanıyorum.

* İlla karalar mı bağlamak gerekiyor sanat yapmak için?

- Sadece keder değil; öfke, kıskançlık, isyan gibi olumsuz duygular en verimli esin kaynaklarıdır. Zaten biri “Ben çok mutluyum” derse, o kişi ya sorumsuzdur ya da aptal. Etrafımızda olan bitene bakıp kızgın ya da mutsuz olmamak mümkün mü? Ben çok öfkeliyim mesela.

* Nedir sizi kızdıran?

- Birçok insanın yok yere ölmesi, gelir eşitsizliği... Daha sayayım mı?

* Böylesine depresif bir ruh haliyle intiharı hiç düşündünüz mü?

- Bir keresinde düşündüm. Ama artık o halimi gülümseyerek hatırlıyorum. 19-20 yaşındaydım ve aşk acısı yüzünden intihar edecektim.

* Aşk insanı vezir de ediyor rezil de...

- Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ında çok güzel bir beyit vardır. “Bin başlı bir ejderi münakkaş mumdan gemi altı bahar-ı âteş”... Yani “Ateş denizinde yüzen mumdan gemiler”... Aşkı tarif eden müthiş bir imgedir bu. Tasavvuf bilmeden bu imgeyi anlayamazsınız.

* Nedir sizce bu beyitin anlamı?

- İnsanın Tanrıya ulaşma çabası. Aşk sevgilide ölmektir. Akılcı olmayı hiç sevmedim. Aklın, insanın derinliklerini tanımada yetersiz kaldığına inananlardanım.

* Sizi tasavvuftan çok etkilenmiş gördüm.

- Mesnevi’yi ve o tarz kitapları üniversite yıllarında okumaya başladım. Ama hâlâ yeteri kadar anlayabildiğim iddiasında değilim.

* Anlayabildiğiniz kadarıyla ne öğretti bu felsefe size peki?

- Gerçeği ve kendini tanımayı uzaklarda aramaya gerek yok. En nihayetinde bütün gerçek kendi içindedir.

SEKSE DÜŞKÜNÜM AMA FREUD'A BENZİYOR MUYUM BİLMEM

* Sizin için “Freud’a fazlasıyla benziyor ve en az onun kadar sekse düşkün” diyorlar...

- (Gülüyor) İkincisi doğru da, Freud’a benzeyip benzemediğimi başkalarının takdirine bırakıyorum. Bunlar hep o fırlama sözlükçülerin işi... Ama bayılıyorum onların zekasına.

* “Hayatımı pek çok kez sıfırladım ve bundan hiç pişman değilim” diyorsunuz...

- Evet doğru, bunlardan özellikle iki tanesi çok önemli. İlk sıfırlamamı yapmadan önce dededen kalma ticaret işiyle uğraşıyordum. Üniversite bittiğinde çaresizlikten 10 sene ithalat mümessilliği yaptım.

* Derken bir gün dede mesleğini sıfırla çarptınız...

- 10 yılın sonunda bir gün kafama dank etti ve “Ben bu işi yapmayacağım” dedim. Üstelik evliydim ve çocuğum vardı.

* Bunca sorumluluğunuz varken, biraz pervasız bir davranış olmamış mı yaptığınız?

- Kenarda iki yıl boyunca bizi idare edecek kadar param vardı. Zaten karşıma yeni bir imkanın çıkacağına emindim, nitekim bu konuda yanılmadığımı kısa sürede gördüm.

* Bu “yeni imkan”dan da bıktınız ama sanırım.

- O günlerde bir ajansta, reklam yazarlığı yapıyordum ve çok da iyi para kazanıyordum. Ama artık bu meslek beni boğacak hale gelmişti. “İstediğim gibi yaşamalıyım” benim 40 yaş kararımdır. Hayatımın ender doğru kararlarından birini vererek eğitime geçtim.

* “İkincisi Ece’yle evlenmem” diyelim de bari dayak yemeyelim!

- (Gülüyor) Bir dakika, bir dakika düzeltiyorum; hayatımın ender profesyonel doğru kararlarından biri.

* İş yazmaya gelince egoist bir adam mı oluyorsunuz? Var mıdır evliliğinizi bile ikinci plana atmışlığınız.

- Egoist bir adam olduğum söylenebilir, buna karşı çıkmam. Yazmak, hayatımın kendisi olduğu için her zaman ön planda olmuştur. Dinle bak... 84 veya 85 yılıydı, ilk eşimle nişanlıydık. Elimde çok ciddi bir cilt rahatsızlığı vardı. Hiçbir yerde derdime çare bulamayınca meşhur doktor Kolsuz Agop’a gitmemi söylediler.

* Gerçekten yaşayan efsanedir...

- Bir haftada iyileştirdi beni. Ben de teşekkür etmek için muayenehanesine gittim. İlk kitabımın çıktığı günlerdi. İmzalayıp hediye ettiğimde Doktor Agop, nişanlıma dönüp “Şu kitabı görüyor musun? Bir numara o olacak, sen hep ikinci olacaksın bu adamın hayatında” dedi ve haklı çıktı.

BU ÜLKEDEN GİTME VAKTİN GELDİ MARIO

* Neden bir masal İstanbul sizin için?

- Buna en güzel cevabı dedemden bahsederek verebilirim. 1904 yılında doğdu, 21. yüzyılı görmesine bir yıl kala onu kaybettik. Tüm yüzyılı yaşamış biri olarak hayatının son yıllarında, kendisini çok yabancı hissediyordu İstanbul’a. Bu yüzden neredeyse sokağa bile çıkmıyordu. Şimdi kendi hayatımı düşündüğümde, “Benim de bir masalım var artık” diyebiliyorum.

* Çok mu düşkündünüz dedenize?

- Hem de nasıl. Hayatının son iki yılının neredeyse tamamını onun yanında geçirdim, ellerimde öldü.

* Travmatik bir durum...

- Belki ama bir insanın öleceği zamanı hissedebileceğinden eminim. Öyle ki ustam Attila İlhan ölmeden 2-3 sene önce; “Sadri (Alışık) ölümden çok korkar. Oysa ki öyle atla deve değil, şalter iner bu iş biter” demişti. Duyarlı insan şalterin ne zaman indirileceğini bilir.

* Sizce dedeniz de hissetmiş miydi?

- Öldüğü sene 5 aylığına bir yazarlık kursu için Almanya’ya gitmiştim. Döndüğüm gün evin kapısını kendi açtı. Hâl hatır bile sormadan “Seni görmeden ölmek istemedim” dedi. Ve 3 gün sonra da onu kaybettik.

* Nasıl bir adamdı?

- Dedem liberal bir adamdı ama dini kitaplar okumayı bilirdi. Sürekli merhamet diliyordu. Bununla ilgili Selim İleri bir yazısında; “Adam artık yekpare bir dünyaya geçmişti, yani zaman başka bir zaman olmuştu” diye bahseder ondan hatta.

* Siz de, Hrant Dink öldürüldüğünde bir mektup yazmıştınız...

- Evet, Agos’ta yayınlanmıştı. Hrant Dink’in katledildiği gün, akşam televizyon seyrederken “Bu ülkeden gitme vaktin geldi Mario” diye çok ciddi bir biçimde düşündüm ve ağladım. Sırf böyle düşündüğüm için ağladım ve kendime şunu söyledim; “İnşallah bir daha bunu hiç düşünmem, inşallah bu duyguya hiç kapılmam.”

KOKU BENİM İÇİN HAYATIN TA KENDİSİ

* Gelelim son kitabınıza... “Ben bir yalancıyım, az sonra okuyacaklarınız bir yalan üzerine kurulu” diye başlıyor “Size Pandispanya Yaptım”...

- Evet doğru, bu söylemimde bir sitem hatta bir çığlık var. Hayallerimizin hakikatlerimiz, yalanlarımızın da doğrularımız olduğu gerçeğini bir daha hatırlamak istedim.

* Kime bu sitem?

- Bunun cevabını okura bırakmak istiyorum. “Ben bir yalancıyım” lafını da kahramanlarımdan biri söylüyor zaten. Ama ister kadın ister erkek olsun her kahramanımda benim bir parçam vardır.

* Tam otobiyografik kısmı var mı diye soracaktım ki lafı ağzıma tıkadınız.

- Olmaz mı? Ben zaten her yazılanın otobiyografik olduğunu düşünüyorum.

* “Size Pandispanya Yaptım”da koku duyusunun ön plana çıktığını görüyoruz...

- Evet, koku benim için çok önemli. Hatta hayatın ta kendisi... Birçok kokuyla, birçok hayata bağlanırız. Pek çok anıyı depreştirir koku.

DÜĞÜNLERDE BİLE HÜZÜN VARDIR

* Kitaptaki tarifler babaannenizden mi yadigar?

- Biz de en güzel yemeği babaannem yapardı ama bir gün ondan bir tarif istedim. “Ne yemek tarifi, erkekler yemek yapmaz. Büyü, evlen, karına veririm” diye beni azarladı. Ben sadece onu gözlemleyerek bizim geleneksel sefarad mutfağını öğrendim. Bu yüzden babaannem kitabın en önemli kahramanlardan.

* Fark ettim ki her mutlu ve keyifli ortamın altında acı, keder ve üzüntü arıyorsunuz...

- İnan ki her düğünde bile gizli bir hüzün olduğunu düşünürüm. Oraya eğlenmek için toplanan birçok kişinin evlenmekte olan çifte bakınca geçmişteki keşkelerini görmesi vardır çünkü.

* Yazarının gözünden “Size Pandispanya Yaptım” nasıl bir kitap?

- Bu kitap rekor denebilecek bir zamanda, 1 yılda yazıldı. Bu arada ben kitaplarımı hâlâ elle ve dolma kalemle yazıyorum.

* Tarihi seviyorsunuz anlıyorum da biraz çağa ayak uydurmak gerekmiyor mu?

- Hatırı sayılır bir dolma kalem koleksiyonum var. Bu tutkumdan vazgeçebileceğimi hiç zannetmiyorum. Ama bu konuda bizim pirimiz Doğan Hızlan’dır tabi.

* Son soru... Pandispanya yapmayı biliyor musunuz?

- Evet, biliyorum. İsterseniz yapayım da görün...

BİZ ARTIK ÇOK KİRLENDİK

* 2005’te yazdığınız kitabınıza verdiğiniz isim gibi “Lunapark Kapandı” mı?

- Birçok insan için evet. Lunapark çocukluk, saflık demek. Biz artık çok kirlendik. Hepimizin bir yerlerde kapatmak zorunda kaldığı lunaparklar vardır.

* Büyüdük mü diyorsunuz?

- Büyümek sancılıdır ama güzeldir de aynı zamanda. 50’li yaşlarını yaşamakta olan bir adam olarak sana tüm samimiyetimle şunu söyleyebilirim, asla çocukluk yıllarıma dönmek istemiyorum.