“Çağların geçmesi her şeyi değiştirir. Zamanı, dili, dünyayı, yıldızları, insanın yanıbaşındaki ve çevresindeki her şeyi değiştirir... İnsanın kendisi dışında...” Ahmet Hakan ile röportaja giderken Lord Byron’un bu sözleri dönüp duruyordu kafamın içinde... Son dönemde değişim lafının simgesi haline gelmişti Ahmet... Ama nedense kimi çevreler “değişim” yerine “dönek” sözcüğünü kullanıyordu. Tıpkı yıllar önce Çetin Altan ustaya yaptıkları gibi. Oysa zamanla değişen insanın kendisi değil, düşüncele
“Kör değneğini bellemiş” misali her an yenilenen dünyaya hep aynı at gözlüğü ile mi bakmalıydık? Röportaja ikna etmek de pek kolay olmadı Ahmet Hakan’ı... “Düşüncelerimi, yaşadıklarımı zaten her gün köşemde yazıyorum” diyordu... Aslında bu duygunun benzerini son dönemde sık sık ben de yaşadığım için onu kandırmayı başarabildim 1 yıl süren hummalı bir kovalamacanın sonunda. İki “sıkılmış duygudaş” olarak oturduk karşı karşıya; düşündüğümüzün tam aksine çok neşeli bir söyleşi çıktı ortaya...
Buyurun “sıradan vatandaş” Ahmet Hakan’ın insanlık hallerine... * Sanki sakin duruşuyla huzursuzluk veren bir adam var karşımda. Bu mülayim hallerin, içindeki canavarın savunma mekanizması mı? - Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum, kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.
* Öyle olsun bakalım... Ahmet Hakan’ı hep “sakallı” haliyle tanıyoruz, çocukluğu nasıldı bilmiyoruz... - Sakalla çocukluğun ne tür bir ilgisi olabilir? * Ne bileyim, sanki hiç çocuk olmamışsın, sakallı, hafif ukala bir adammışsın gibi geliyor...
- (Gülüyor) Küçükken sakalım yoktu ama hep olgun bir çocuktum. Hani büyümüş gibi davranmaya özenen sinir çocuklar vardır ya, onlardan biriydim işte. * O zaman da bir “sinir” tarafın vardı yani. - Her zaman değil canım, daha çok kamu alanında öyleydim. Özel alanda biraz çocukluk yapardım tabii...
* İnternette imamların bisikletini çaldın diye babandan bir gün okkalı bir dayak yediğin yazıyor. - İnternette her gördüğümüze inanmasak... Yok öyle bir şey, yalan. Tövbe estağfurullah... * Sinirlenme de o zaman Google yerine sen anlat hikayeni.
- İki kardeşim var, ben ortancayım. Küçük olan sinema yönetmeni, büyük olan ise reklamcı. Yozgat’ta doğdum ama oraları hiç hatırlamıyorum. Rahmetli babam müftüydü, annem ev hanımı. * İnternetteki hikayen bile senin anlattıklarından daha renkliydi en azından...
- Dur, daha yeni başladık. Babamın görev yerleri değiştikçe, Türkiye turu yapar misali pek çok yeri dolaştık. En son İstanbul’a geldik, burada da emekli oldu zaten kendisi. * Çocuklar başarılarıyla babaları gurur duysun isterler. Babasız kalınca yazıların da mı öksüz kaldı? Kim gurur duyacak şimdi yazılarınla?
- Baba tabii ki çok önemli bir faktör, tam anlamıyla onun yerini tutacak, gurur duyacak biri kalmadı. Annem var şimdi, artık onun için yazıyorum herhalde. * Erkekler babalarını kaybedince gerçekten büyüyorlar mı?
- Her baba oğul ilişkisi başkadır, biriciktir, kendine özgüdür. Bu mevzularda genel bir kural koymayı pek doğru bulmuyorum. Erken yaşta hayata atılıp bağımsızlaşan bir insan olarak, babamı kaybedince kendimi büyümüş gibi hissetmedim. Çünkü daha önce büyümüştüm ben. * Ne zaman kendi kanatlarıyla uçmaya başladı Ahmet Hakan?
- Bağımsızlaşma sürecine ve kendi işime gücüme bakmaya üniversitedeyken başladım. * Otoriter bir adam mıydı rahmetli? - Hayır, çok yumuşak, halim selim bir adamdı. * İş otoriteye gelince “gizli özne” annen miydi o halde?
- Yooo annem de çok halim selimdir. Ailelerde taraflardan birinin otoriter olması bir zorunluluk değildir. Bazı ailelerde otoriter taraf olmaz. Bizde de yoktu. * İmam Hatip’e kendi isteğinle mi gittin yoksa aile baskısı mı?
- İlkokulu bitirince bir okul seçmen gerekiyor, çevrendeki pek çok çocuk İmam Hatip’e gidiyor, sen de haliyle kendini oraya ait hissediyorsun, onun için hazırlanıyorsun, orada olmak istiyorsun. Kültürel çevrenin etkisi büyüktür bu konuda. * Yönlendirme söz konusu değil yani...
- O yaştaki bir çocuğu koşullayan ailesi ve çevresindeki kültürel havzadır. Çocuk, koşullamaya fark etmeden uyar. Ben de uydum. Ama hiç pişman değilim. * Pek çok kimsenin aklına İmam Hatip deyince “medreseler” geliyor.
- Bizde İmam Hatipler bilinmiyor. Şunca zamandır Türkiye’yi İmam Hatip mezunu kişiler yönetmesine rağmen, hâlâ bazı çevrelerde İmam Hatip denilince akıllara Taliban tipi mektepler geliyor. Halbuki İmam Hatiplerin memleketteki düz liselerden hiçbir farkı yoktur. Aynı Milli Eğitim’e bağlıdırlar, aynı öğretmenler gelir, aynı dersler verilir. Mesela Muharrem İnce, İmam Hatip liselerinde fizik öğretmenliği yapmıştır. Bizim ateist felsefe hocamız bile vardı.
* Her şey aynıysa niye İmam Hatip deniyor? - Tek farkı İmam Hatiplerde meslek dersleri adı altında din temalı derslerin bulunması... Bu dersler müfredatın yüzde 30’unu, en fazla yüzde 40’ını teşkil ediyor. Bir de tabii bu okullardaki dini atmosferi de vurgulamak gerekir. Bence İmam Hatipleri farklı kılan o atmosferdir.
* Ya o atmosferin dışına çıkmak istersen? - Pek çıkılamaz o atmosferden... Bence İmam Hatiplerin asıl sorunu işte budur. Fakat işin bu kısmı bizde hiç ki! Bir taraf “irtica yuvası” dedi, bir taraf da “şanlı okul”. Böylece asıl meseleye gelinemedi... İmam Hatiplerin yeniden canlandırıldığı şu günlerde de durum pek değişmiş değil.
* İmam Hatip yıllarında “büyümüş de küçülmüş” Ahmet nasıldı? - Her zaman okumaya çok düşkündüm. İlk dönem doğal olarak din temalı metinlerdi elimdekiler. Hidayet romanları okudum. Ahmet Günbay Yıldız’lar, Hüseyin Karatay’lar, Şule Yüksel’ler... * “Yoldan” ne zaman çıktın?
- (Gülüyor) Çok geç olmadan... İmam Hatip’teyken... Önce klasiklerle tanıştım. Türk, Batı ve Rus klasiklerini okumaya başladım. * Müfredatın dışına çıkıyorsun diye sana dudak büküldüğü oluyor muydu?
- Normal liselerde müfredatın dışına çıkanlar ne kadar tepki görüyorsa o kadar. Ne bir eksik, ne bir fazla... Ama yanlış anlaşılmasın! Farklı okumalara yönlendiren bir ortam da vardı İmam Hatiplerde... Mesela edebiyat öğretmenlerimiz Rus edebiyatı okumamız için teşvik ederlerdi bizi... Zaten bir Dostoyevski, bir Tolstoy okumak İmam Hatiplilere her zaman çok ilginç gelir.
* O niye? - Çünkü bu kitaplarda suç, günah, Tanrı, öteki dünya temaları vardır. Tanrı yoksa ne olacak, Tanrı varsa ne olacak türü hesaplaşmalar... İmam Hatiplilerin çok tartıştığı ve yabancı olmadığı temalardır bunlar. Hatta dini temalı derslere giren bir hocamız camide vaaz verirken Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov’un günah kavramıyla çektiği sancıları cemaate anlatırdı. Hacı amcalar da dinlerdi bu vaazı.
* Yazarlık var mıydı o zamanlarda? Hani şöyle öğretmenlere muhalefet, düzene karşı sinir bozucu yazılar falan? - (Gülüyor) Öyle sivri taraflarım okuldan sonra ortaya çıktı galiba. Ama hedefim yazar olmaktı. * Henüz bir “köşe kapmamıştın” ama...
- Edebiyatla ilgileniyordum, hedefim edebiyatçı olmaktı. Kendimi hikaye sanatına adamıştım. Mükemmeliyetçi bir tarafım olduğundan Türkiye’de ve dünyada yayınlanan tüm öykü kitaplarını takip etmeye çalışırdım, 4-5 hikayem de üniversite yıllarındayken basılmıştı hatta. “Köşe yazarı laf saydırmasına” hiç meylim yoktu ki... * Madem bu kadar hayatını adadın, niye “Edebiyatçı Ahmet Hakan” olamadın?
- Mükemmeliyetçiliğim yüzünden olabilir. Edebiyat adanma ister... Bütün hayatımı ona göre tanzim etmem gerekiyordu ve ben bunu yapamadım. * Üniversiteleri de mükemmeliyetçiliğin yüzünden mi bitirmedin? - İstesem bitirebilirdim ama üniversite bana çok sıkıcı geldi.
* İçinde ukde kaldı mı peki? - Yok, hayır. Öyle bir diploma ihtiyacı içerisinde değilim. * Hayata muhafazakâr pencerenin dışından bakmaya ne zaman başladın?
- Muhafazakâr çevrenin içindeyken de hayata farklı pencereler ve mesafelerden bakmasını becermeye çalışan biriydim. O zamanlar da insanlar ne düşünüyorlar, ne konuşuyorlar, neyi tartışıyorlar, neyi mesele ediyorlar diye merak eder, değişik çevrelere girip çıkardım. Hayatın içindeydim yani.
* Ahmet Hakan’ı hep Teşvikiye Camii’nin yakınındaki kafelerde görüyoruz. Bunun sebebi çocuklukta bilinçaltına yerleşen bir şey olabilir mi? - (Gülüyor) Enteresan... Hiç düşünmemiştim bu konuyu. Türkiye’de mahallelerde camiler hep merkezi yerlerdedir. Bir yer tarif edeceksen camiye göre tarif edersin.
* Merkezde olmayı seven bir adamsın yani? - Belki... Teşvikiye Camii’nin kıyısında olmak hoşuma gidiyor, bu kesin bilgi. * Gelelim zurnanın zırt dediği yere, Ahmet sen dönek misin? - “Dönek” kelimesi, biliyorsun, birini aşağılamak için kullanılıyor.
* Sana göre döneklik ne demek peki? - Şöyle bir şey: Şimdi diyelim ki bir adam A partisi iktidardayken, o partinin borazanlığını yapıyor... Derken B partisi iktidara geliyor ve aynı adam bu sefer paldır küldür yeni iktidarın borazanı oluyor. Dönek değil dönme dolap mübarek..
- Özeleştirisini ve hesaplaşmasını yapmamış, iktidar neredeyse onun yanında oluveren adama dönek denir. Yani birinin fikirleri bir gelişim, değişim ve dönüşüm sebebiyle değil yalnızca iktidarın değişmesiyle şekil alıyorsa, o kişi dönektir. Bu tiplere can-ı gönülden dönek demek caizdir, hatta sevaptır. * Peki ya sana?
- Ben herhangi bir parti iktidardayken ondan yana olmuş, o parti iktidardan gider gitmez hemen dönüverip bambaşka telden çalmaya başlamış biri değilim ki. Muhafazakâr çevrenin içindeyken de benim çizgim belliydi. Daima demokrasi, eşitlik, kıyafet özgürlüğü, darbe karşıtlığı gibi temel ilkeler çerçevesinde hareket etmiş ve bu ilkelerden hiçbir zaman sapmamış biriyim. Şimdi de öyleyim.
* O halde niye dönek sıfatıyla “şereflendirildin”? - Muhafazakârlara ait bir TV kanalından, onlara ait olmayan bir kanala geçmem en büyük etkendir. Bir de şu var: Eskiden ezilen, hor görülen bir siyasi parti vardı, ben onun yanındaydım. Bugünse ezilmekten kurtulmuş, güçlü hale gelmiş ve egemen olmuş bir parti var ve ben bu parti karşısında bağımsız ve eleştirel bir pozisyondayım.
* Taraf seçmeme kararı almış döneksin yani... - Ben aslında şöyle bir döneğim: Bir parti herkes tarafından tokatlanırken, sıkıştırılırken, statüko tarafından ezilirken, o partinin yanındayım. Sonra o parti iktidara gelip tam da nimet dağıtmaya başladığında onlara mesafe koyuyorum. Senin anlayacağın ben gözü açık, uyanık döneklerden değilim. (Gülüyor)
* Geldiğin yer, yeni “çevrende” aşağılanmana sebep oluyor mu? - Eskiden oluyordu. Ama bizim toplumumuz güçten, kuvvetten, höt zötten anlar. Benim geldiğim çevre bugün iktidarda ve acayip güçlü. Bu yüzden “biz senin geldiğin yeri biliyoruz” türü aşağılamalarla pek muhatap olmuyorum artık. Çünkü beni aşağıladıkları zaman iktidardaki güçlüleri de aşağılamış olacaklar...
Yeni çevrem iktidardaki güçlüleri aşağılayamaz. Daha doğrusu bizde kim iktidara geçip güçlü olursa aşağılanmaktan kurtulmuş olur. (Gülüyor) * Güç seni çekiyor mu peki? “Eski topraklarını” özlemiyor musun?
- Gücün beni çekmediği ortada... Eski topraklarımı bazen özlüyorum. Ama gitmem oraya... Çünkü çok güçlendiler. Oraya gittiğim takdirde patronajı belli bir egemenliğin sesi olmak zorunda kalırım. Bunu sevmiyorum ben. Ama güçlerini kaybedip haksızlıklara maruz kalırlarsa, ben de bulunduğum yerden onları savunamayacak durumda kalırsam, “Gel buyur” derlerse giderim. Ha burada yazmışım, ha orada, ne fark eder?
* Şöhret, başarı ve para; Ahmet Hakan’ı nasıl değiştirdi? - Kanal 7’de çalışırken şöhrete bir parça ulaşmıştım aslında. İyi de para kazanıyordum orada. * Bırak şimdi onları, bugün neredeyse seni tanımayan yok Türkiye’de.
- Para ve şöhret bende bir şeyleri değiştirmiş olsa... Hiç çekinmeden söylerim şunları değiştirdi diye... * Egon bayağı bir “boy atmış” olabilir mesela... - Ben aşırı gerçekçi bir insanımdır. En büyük övgüleri işitsem bile asla gaza gelmem. Teşekkür ederim ama kendimi bilirim.
* Ara sıra “Vay be Ahmet, nereden nereye?” demiyor musun hiç? - Demiyorum, hiç demiyorum. Çünkü bugüne ağır ağır adımlarla 20 yılı aşkın bir sürecin sonunda geldim. Yeni yetme bir dizi oyuncusu değilim ki bir diziyle meşhur olup sonra “Vay be! Nereden nereye” diyeyim. * “Hazımsızlık yok” mu diyorsun?
- Süreç böyle yıllara yayılınca durum daha kolay hazmediliyor tabii. Kendini bir Gecede talih kuşu konmuş artist gibi hissetmiyorsun. Kaldı ki haksızlık etmeyelim, o sanatçılar da çok çaba sarf ediyorlar. * Sen yerli dizilerden birinde oynamak zorunda kalsan, hangi rolü oynamak istersin?
- Tabii ki Behzat Ç’de... Birbirine “la” diyen o adamların arasında olmayı çok isterdim. * Şöhret, başarı ve para; Ahmet Hakan’ı nasıl değiştirdi? - Kanal 7’de çalışırken şöhrete bir parça ulaşmıştım aslında. İyi de para kazanıyordum orada.
* Bırak şimdi onları, bugün neredeyse seni tanımayan yok Türkiye’de. - Para ve şöhret bende bir şeyleri değiştirmiş olsa... Hiç çekinmeden söylerim şunları değiştirdi diye... * Egon bayağı bir “boy atmış” olabilir mesela... - Ben aşırı gerçekçi bir insanımdır. En büyük övgüleri işitsem bile asla gaza gelmem. Teşekkür ederim ama kendimi bilirim.
* Ara sıra “Vay be Ahmet, nereden nereye?” demiyor musun hiç? - Demiyorum, hiç demiyorum. Çünkü bugüne ağır ağır adımlarla 20 yılı aşkın bir sürecin sonunda geldim. Yeni yetme bir dizi oyuncusu değilim ki bir diziyle meşhur olup sonra “Vay be! Nereden nereye” diyeyim. * “Hazımsızlık yok” mu diyorsun?
- Süreç böyle yıllara yayılınca durum daha kolay hazmediliyor tabii. Kendini bir Gecede talih kuşu konmuş artist gibi hissetmiyorsun. Kaldı ki haksızlık etmeyelim, o sanatçılar da çok çaba sarf ediyorlar. * Sen yerli dizilerden birinde oynamak zorunda kalsan, hangi rolü oynamak istersin? - Tabii ki Behzat Ç’de... Birbirine “la” diyen o adamların arasında olmayı çok isterdim.
* Psikiyatriste gidiyor musun ya da antidepresan kullanıyor musun? - Psikiyatriste gidemem ben, gülerim. Bir ara antidepresanlara merak sarmıştım, baktım onlardan da fayda yok, bıraktım. * Sosyal medyayı bu kadar aktif kullanmanın sebebi aslında antisosyal olman olabilir mi?
- Hayır. Artık Türkiye’de köşe yazarlığı kavramı değişiyor. Eskiden köşe yazarları yukarıdan buyuran bir edayla konuşmayı sever, kimseyi dinlemezlerdi. Sosyal medya gibi iletişim kanallarının açılmasıyla bu iş tepetaklak oldu. Böyle bir köşe yazarlığı kalmadı. Bunu sürdürenler de komik olmaya başladılar. * Köşe yazarlığının bir sonraki adımı ne olacak peki?
- Daha çok dinlemeye dayalı bir köşe yazarlığı geçerli olacak. Başkalarının söylediklerine kulak vererek, onlardan çok şey öğrenerek yapacağız işimizi. * Sosyal medyada sana edilen küfürleri duyduğunda psikolojin bozulmuyor mu?
- Hayır. Hiç bozulmuyor. Çünkü ben Türkiye’de “tarafgirlik” adı verilen bir tutumun en yüksek seviyede olduğunun farkındayım. Tarafgirlik, taraf olduğun kesimin hatalarını, günahlarını görmemektir. Tarafgirlik, sadece karşı olduğun kesimin günahlarına, kusurlarına odaklanmaktır. Türkiye’de sesi çıkanlar genelde böyle tipler... Onlar hep senden aynı yere vurmanı, aynı yeri savunmanı beklerler. Bunu yapmazsan da... İşte malum...
* Aşırı bağlılık objektifliği köreltiyor mu yani? - Aşırı bağlılık değil de gettoculuk köreltiyor. Adam particiliği, gettoculuk olarak görüyor. İdeolojik tutum ile kabileciliği karıştırıyor. Türkiye’de alışılagelmiş bir durum var. Ya AK Parti çizgisini savunacaksın ve oranın alkışını alacaksın. Ya da Allah’ın her günü AK Parti çizgisine yükleneceksin ve karşıtlardan alkış alacaksın.
Böyle yaparsan, yani tarafgirlerin kafa konforunu asla bozmazsan işin kolay. Ama çıkıp da her iki tarafı da samimi bir biçimde eleştirirsen işin zor. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamama durumları...
- Bizde köşe yazarı dediğin ya iktidara vuracak ya da iktidarı göklere çıkaracak. Böyle bir pozisyon alacak. Buna alışılmış, buna alıştırılmış. Farklı siyasi tutumların artılarını, eksilerini ortaya koyduğun zaman “Baba sen kimsin ya? Sen önce bir tarafını belli et” diyorlar adama. * Peki sana edilen bunca küfrü kaldırabilecek kadar kalın derili misin yoksa içten içe üzülüyor musun bu duruma?
- Tekrar söylüyorum: Ben Türkiye’deki bu aşırı tarafgirlik halini fark etmiş durumdayım. Dolayısıyla hakaretlerin nereden kaynaklandığını bilebiliyorum. Bunu bildiğin zaman mesele kalmıyor. Hakaretlere gülümseyip geçebiliyorsun. * Başbakan’ın yerinde olsan Ahmet Hakan’a gıcık olur musun?
- (Gülüyor) Olmam, niye olayım ki! Ben Başbakan’a hakaret etmiyorum, aşağılamıyorum, yadırgamıyorum, onun iktidar olmasına zerre kadar bozulmuyorum, buna içerleyip hazımsızlık yapmıyorum, onu halkın oyunu alıp seçilmiş bir başbakan olarak görüyorum, iktidar olma hakkını sonuna kadar savunuyorum. Neden rahatsız olsun ki benden? Ayrıca ben “ayaklar baş oldu” demiyorum, “bunlar geldi her şeyi mahvetti” demiyorum, böyle şeyler düşünmüyorum ve söylemiyorum.
* Ne diyorsun peki? - Politikalarını eleştiriyorum. Yeri geldiğinde “Öyle yapmamalı, böyle yapmalı” diyorum. Başbakan, hükümet eleştirisi yapıyorum. Bir köşe yazarı ne yapar? İktidarı eleştirir. Oturup muhalefet eleştirisi yapacak değiliz herhalde.
* Ne yani Başbakan’ın yerinde olsan, Ahmet Hakan’ı arayıp teşekkür mü edersin? - Teşekkür etmem... Niye teşekkür edeyim ki! Sadece “adam işini yapıyor, onun işi beni eleştirmek” derim. Gerektiğinde de eleştirisinden yararlanırım.
* Bu durumda Başbakan’ın uçağına da davet edilmiyorsun tabii. - Davet edilmiyorum, davet de beklemiyorum. Bundan önceki dönemlerde de başbakanların uçağına binemiyordum, şimdi de... Benim için değişen pek bir şey yok yani... * Başbakan’ın uçağına davet edilmek bir gazeteciye ne katıyor?
- Sadece belli bir meşruiyet sağlıyor. İktidara yakın gazeteci gibi görünmenin sağladığı her türden korunağa sahip oluyorsun. Yani gazetecilik dışı katkılar söz konusu. Onun dışında bir şey kattığı yok. * Her şeyden bıkıp bir gün...
- Bir kıyı kasabasına yerleşip yerleşmeyeceğimi mi soracaksın? (Gülüyor) Yok öyle bir tasarım. Bu tür bıkkınlık söylemine kendilerini vuranların, biraz rol yaptıklarını düşünüyorum. * Ne yapacaksın, Çetin Altan gibi 90’larına gelene kadar yazacak mısın?
- Ben bu konuda Hıncal Uluç’u izliyorum. O ne yapıyorsa, onu yapacağım. * Gelelim son günlerde en çok konuşulan konulardan birine. Eskiden Zeki- Metin’in atışmalarına gülerdik, şimdi Ahmet Hakan-Melih Gökçek’i bekler olduk. Ne iş?
- Melih Gökçek’le öyle Zeki-Metin gibi bir dostluk içinde de değilim, kavga içinde de... Kendisiyle 20 yıllık bir tanışıklığım var. Ben sadece takılıyorum ona. Gazetecilik kutsal bir meslek mi? - Gazeteciliğin bir kutsallığı falan kalmadı artık.
* Ama toplumu yönlendirmede, mesajlar vermede rolü olmuyor mu? - Tarafgirliğin at koşturduğu, yazılan her köşe yazısına düşmanlık metni muamelesi yapıldığı, yazılamayanların yazılanlardan daha fazla olduğu, aynı zamanda gazetecilerin herkes tarafından şamar oğlanı haline getirildiği bir ortamda gazeteciliğin kutsallıkla ne ilgisi olur ki?
* Niye gazetecilik yapıyorsun o halde? - İşim bu. Ne yapayım? Kasap olsam et doğrardım, marangoz olsam masa yapardım. İşim bu olduğu için, bunu yapıyorum. * İyi para kazanılıyor mu peki gazetecilikle?
- Biraz şöhret olanlar ve üst düzey yöneticiler kazanıyor ama yeni başlayanlarla, pozisyon itibariyle yükselmemiş olanlar maalesef gazetecilikte para kazanamıyorlar ve bu çok üzücü bir durum. * Bir gün genel yayın yönetmeni olma hayalin var mı?
- Açıkçası genel yayın yönetmeni olmak istemem. Gazete yönetmenin keyfini anlayabiliyorum ama Türkiye’de sadece bu devirde değil her devirde gazetecilik, gazeteye bakış, siyaset ve gazetecilik arasındaki ilişkiler o kadar netameli ki beni bu işten soğutuyor açıkçası.
* Ahmet Hakan, yazar Ahmet Hakan’ı beğeniyor mu? - Hiç beğenmiyorum... Acımasızca eleştiriyorum kendimi... * Türkiye’de “solcu Müslüman” terimini ilk kullananlardan birisin.
- Şimdi aslında işin doğrusu şudur: “Ne sağcıyız, ne solcuyuz, biz Müslümanız.” Çünkü Müslümanlık öyle kapsayıcıdır ki tek başına bir insanın kendini tarif etmesi için yeterlidir. Ama Türkiye’de solun ve sağın kazandığı anlamlardan dolayı genellikle Müslümanlar sağcı olarak konumlanmıştır. * Peki Müslümanlık ile bir ideolojiyi birleştirmek ne kadar doğru sence?
- Doğru değildir. Ama doğru olmadığı halde böyle yapılıyor. * Ve bu genelde sağcı ideolojiyle yapılır diyorsun.
- Evet. Çünkü Türkiye’de sol, dine mesafelidir. Bu ve başka nedenlerle Müslümanlar çoğunlukla sağcı olmuşlardır. Ama evrensel anlamda baktığımızda Müslümanlığın sağdan çok solla örtüştüğünü görürüz. Müslümanlık yeter aslında... Ama ille de yanına bir şey koyacaksan sağ yerine sol koy, o daha çok yakışır.
* Sürekli “Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular” havasındasın, neden yanında daimi bir “aşk” göremiyoruz? - Burada duralım... Özel hayatım üzerinde konuşmak istemiyorum. * Böyle mi yazayım? - Evet. Aynen böyle yaz hallerimi.
* Delikanlılık raconuna mı aykırı? - (Gülüyor) Yahu ben sahne insanı ya da şov insanı değilim ki “Aşka inanırım”, “Ah kadınlar” gibi laflar edeyim. “Aşk şudur, aşk budur” ya da “Önde zeytin ağaçları, arkasında yar” edebiyatı yapmam ben. Benim yaptığım işi yapıp da bu edebiyata kendini vuranları da aşırı derecede yadırgarım. Hatta bazen komik bile bulurum.
* Romantik bir adam mısın? - İnatla sorulara devam ediyorsun öyle mi? Hayır romantik değilim, gerçekçiyim, hatta aşırı gerçekçiyim. * Ünlü, paralı, karizmatik bir adamsın. Sokakta yolunu çevirip “ahlaksız teklifler” eden kadınlar oluyor mu?
- Sokakta sadece kadınlarla değil tüm okurlarımla temas halindeyim ve aldığım tekliflerin tümü süper ahlaklı teklifler... Ahlaksız tek bir teklif dahi almadım. (Gülüyor)
* 47 yaşına geldin kadınlardan ne öğrendin bu yaşa kadar? - Ne biçim soru bu... Bu yaşa kadar neden sadece kadınlardan bir şey öğreneyim ki? Kadınlardan da, erkeklerden de, yaşlılardan da, gençlerden de birçok şey öğrendim. Niye sadece kadınlar sorulur ki?
* Tamam tamam sustum, peki hiç çocuk özlemi çektiğin de mi olmuyor? - Yok, öyle bir düşüncem olmadı.