“HİÇBİR YÖNETMEN FİLMİNİN HARCIALEM OLMASINI İSTEMEZ”

“Kendimle ilgili yazılanları okumak ruhuma zarar veriyor. Biliyorsunuz, ‘Issız Adam’la ilgili zor zamanlar geçirdim. Film hiç istemediğim bir noktaya geldi. Hiçbir yönetmen filminin bu denli harcıalem olmasını istemez. Keşke hâlâ bu filmi önyargısız bir biçimde seyredebilecek insanlar kalsaydı.

“HİÇBİR YÖNETMEN FİLMİNİN HARCIALEM OLMASINI İSTEMEZ”

Günlük güneşlik bir eylül sabahı, Most Production’ın Arnavutköy’deki ofisindeyiz. Eski bir köşk burası ve bir ofisten çok ev havası var içeride. Hele hele mandalina ağaçlarının büyüdüğü terasında...
“Cehennem bazen bir evin içinde gizlenmiştir” gibi bir sloganı olan bir filmi konuşmak için ilginç bir mekan. Ama burası daha ziyade içinde cennetin gizli olduğu bir eve benziyor. En azından bu aralar. Bütün yüzler gülüyor ve herkeste 2 Ekim’de günışığı görecek olan “Karanlıktakiler”in heyecanı var.
Ortalıkta “ıssız”, “kızsız” ve benzeri “adam” figürleri tartışıladururken sessizce köşesine çekilmiş görünen Çağan Irmak’ın yeni filmi “Karanlıktakiler”. Prömiyerini eylül ayında Montreal Film Festivali’nde yaptı ve övgü dolu yazılar çıktı hakkında. Filmi “Bir cevher” diye tanımlayan eleştirmenler oldu: “Yönetmen de oyuncular da kusursuz...”
Bu kez hastalıklı bir anne-oğul ilişkisine yöneltiyor kamerasını Çağan Irmak ve 35 yıldır evden çıkmayan, dış dünyanın “tehlikelerine” karşı kendisini kabuğuna kapatan Gülseren ile tutkuyla bağlı olduğu oğlu Egemen’in hikayesini anlatıyor. Dışarıdan bakıldığında “deli” bir kadın ile zulmettiği zavallı oğlu... Peki içeride neler oluyor?
Çağan Irmak sokaktaki herhangi bir pencereden bakıp hayatın binbir yüzünden birini göstermek istemiş seyirciye. Büyük sürprizler, şok gelişmeler yok, sadece bir hayat parçası var. Her hayat kadar sıradan, her hayat kadar şaşırtıcı...
Filmin üç ana karakterinde üç birbirinden iyi oyuncu var: Anne-oğulu Meral Çetinkaya ile Erdem Akakçe, Egemen’in ofisboy olarak çalıştığı reklam şirketinin patronu Umay’ı ise Derya Alabora canlandırıyor.
Böyle bir üçlüyü beyazperdede bir araya getirmek, hele hele yıllardır irili ufaklı rollerde izlediğimiz, tabii en çok “Bizimkiler” dizisinin Ayla hanımı olarak tanınmış Meral Çetinkaya’nın nihayet bir filmi baştan sona sırtlayıp götürüyor olması, “Karanlıktakiler”in en hoş taraflarından. Montreal’de “Filminizin başrol oyuncusu ülkenizde bir star, öyle değil mi?” diye sormuş seyirciler Çağan Irmak’a. Onu üniversite yıllarında “Suyun Öte Yanı”nda izleyip hayran olmuş Irmak için elbette öyle ama tam izah edememiş Çetinkaya’nın ne tür bir “yıldız” olduğunu... Kendisi ise daha siz içinde “star” geçen bir cümle kurmaya kalkıştığınızda utanarak isyan ediyor, “Benim ne alakam var starlıkla?” şeklinde... O sıradan bir insan olduğu iddiasında ama Çağan Irmak’ın motor dendiğinde gördüğü ışığı seyircinin de perdede göreceği kesin.
Çağan Irmak ve “Meral ablası”yla sabah kahvesi içip filmden, setten, hayattan konuşurken en çok dikkatimi çeken, aralarındaki sevgi bağı. Birlikte çalışmış iki profesyonel değil, birbirine düşkün iki kadim dostlar. Teke tek konuştuğumuzda bazen suskunlaşan Meral Çetinkaya’nın mesela, yüzü aydınlanıyor Çağan Irmak kapıdan girdiğinde; sohbet asıl tadını ondan sonra buluyor. Belli ki birlikte çok neşeleniyorlar.
Sette de çok eğlenmişler. Çekip bitirmişler, geriye anılar kalmış. Ve “Sinema bir anı” zaten, Çağan Irmak’ın dediği gibi...

Bu hikayenin doğuşu ne zamana dayanıyor?
Bundan 15 sene kadar önce ben Beşiktaş’ta otururken bu anne-oğul benim karşı komşularımdı. Hikayenin çıkış noktası oradan. Aslında insanların hayatlarına karşı daireden ortak olmak ne kadar ahlaklı bir şey tartışılır ama bazen işler çığrından çıkıyor ve bütün mahallenin duyduğu bir kavga, gürültüye dönüşüyordu. Burada da kadın camı açıp görmediği birine çılgınlar gibi bağırıyordu, orada kimse yoktu. Kendi kafasında yarattığı bir şeye bağırıyordu ve hali tavrı gerçekten bir şeye bağırır gibiydi. Ayrıca kendine has biçimde hep güzel giyinirdi, tayyörler; biraz modası geçmiş giysiler, eski bir zamanı, eski bir mirası sürdürüyordu evinde ve hayatla çok büyük bir derdi vardı. Hikayenin çıkış noktası oradan.

“Bu kez yazarken işim zordu”
İçeride neler olup bittiğini bilmiyordunuz herhalde.
Hiçbir zaman bilmedim. Yalnızca akşamları işten gelen oğulla sürekli kavga ettiği anneyi çıkış noktası olarak aldım ve bütün hikayeyi kafamda onların üzerine giydirdim. Gördüğüm çok üzücü bir resim vardı ama bu, insanları yargılayan bir film değil. Belki de ben bu filmle o anne-oğula bir mutlu son armağan etmek istedim. Kadın çok büyük travmalar atlatıyor filmde ama ben hiçbir zaman ona ahlakçı bir kamera doğrultup sorgulamıyorum, her şeyi hafife almasına yardım ediyorum. Çünkü benim de ona yönelik yargılayan, ahlakçı tavrım zaten bu kadını o hale getirmedi mi? Hata etmiş olurum. Onun dünyasına bakabildiğim kadar esprili bir yerden bakmaya çalıştım ve artık altıncı filmim, belki ben de kendimi o kadar da ciddiye almamam gerektiğini öğrenmiş bulunuyorum. Böyle bir kara komedi.

Kara komedi mi diyorsunuz filme?
Aslında bu tanımı ben koymadım. Kara komedi türüne ait olduğunu Montreal’deki seyirci iddia etti. Bu çok hoş bir şeydi benim için.

Yine çok iyi oyuncularla çalışmışsınız...
Bu bir oyunculuk filmi açıkçası. Çünkü çoğunlukla bir evin içinde, az kişiyle geçiyor ve oyuncuya çok iş düşüyor. Çıkan bir eleştiride de nitekim “O anne-oğul filmi sırtlamış” diyordu. Bu çok önemli bir şey. Mesela ben Meral ablayı hep bir koruyucu melek gibi gördüm sette. Benim her hareketimi bir köşeden gözlemliyordu. Onu zaman zaman rahat ettirmeye çalıştıysam da o setten bir an için ayrılmak istemedi. Gerçek bir profesyonel ve hepimizi çok mutlu etti sette. İşin ilginç yanı, daha ilk gün sanki 40 yıldır birlikte çalışıyormuşuz gibi uyuştuk. Tabii ki Derya’nın profesyonelliği tartışılmaz. İçgüdüsel bir oyuncu, bu çok önemli. Filme ilk antresi, çalıştığı yere gelişiyle oluyor... Şu kapıdan bir girişi var, sanki 40 yıldır buranın sahibi. Erdem’in oynadığı rol çok zor bir roldü. Erdem’in hem çok sevimli bir tarafı var hem de benim bu filmde göstermek istediğim bir hain tarafı var; onun ortasını o kadar iyi buldu ki. Üst düzeyde bir buluşma yaşıyoruz.

Yazarken oyuncuları kafanızda düşünmüş müydünüz?
İlk kez bu filmde öyle bir şey olmadı. Bu kez yazarken benim işim zordu çünkü dünyaya 35 yıl evden dışarı çıkmamış bir paranoid şizofren gözüyle bakmam gerekiyordu. Film için araştırmalar yapılır, psikologlarla konuşulur, evet bu zaten yapılmak zorundadır. Artı puan almak için ya da bunu söyleyip övünmek için yapılmaz bu. Evet, elbette paranoid şizofrenlerin dünyasını araştırdık, buna mecburduk zaten. Ama benim için önemli olan o empatiyi kurup onun gözleriyle o dünyaya bakabilmekti. Örneğin evin içinde kullandığımız sesler, renkler ve görüntüler tamamen Gülseren karakterinin dünyasına hizmet ediyor, kullandığım objektifler de dahil olmak üzere. Dışarıdan gelen seslerin filmde çok önemi var, tıpkı paranoid şizofren bir insanın dünyasında olduğu gibi. Onun için sesçi arkadaşlarımızla çok farklı bir çalışma yaptık.

“Kafamda bir ampul yandı”
Meral Çetinkaya’yla çalışmaya nasıl karar verdiniz?
O öyle pat diye geldi oturdu. Ben onu sahnede seyredip gidip yanına tebrik etmiştim daha önce. Herhalde o zaman yanımıza katmışız hayatta, bir gün aniden kafamda bir ampul yandı. Aslında tabii ben “Suyun Öte Yanı”ndan beri izliyorum onu. Biz üniversitedeydik o film oynadığında, inanılmazdı.

Onu yıllardır takip edenler çok mutlu yıllar sonra bir başrolde oynamasından...
Tabii bana da söylüyorlar. İnternet sitelerinde yazılanlara da baktığımda herkesin büyük bir keyifle onu beklemiş olduğunu görüyorum. Ben artık kendime bakmıyorum ama çalıştığım oyunculara bakıyorum çünkü kendimle ilgili yazılanları okumak bu saatten sonra ruhuma zarar veriyor diye düşünüyorum. Biliyorsunuz “Issız Adam”la ilgili zor zamanlar geçirdim. Film aslında hiç de istemediğim bir noktaya geldi. Hiçbir yönetmen filminin bu noktaya gelmesini istemez. Bu denli, kelimenin tam anlamıyla “harcıalem” olmasını istemez filminin. Oldu, ne yapalım ama keşke böyle olmasaydı diyorum. Keşke hâlâ bu filmi önyargısız bir biçimde seyredebilecek insanlar kalsaydı. Ama bu denli bir popüler kültür, filmi doğru okumayı engelliyor. Ne bu denli övgüyü, ne bu denli nefreti gerektirecek bir şey var ortada. Sonuçta bu bir film. İki saat izler, eğlenirsiniz ya da izlemezsiniz. Sadece biraz sakinliğe ihtiyacımız var gibi geliyor bana.

“Hayır, benimle ilgili bir hikaye anlatmıyor”
Ses gibi renkte de özel bir çalışma yaptınız mı?
Ben hep yeşil bir ton düşünmüştüm film için. Ve Meral abla da yeşil giyiniyor çünkü o yeşilin içinde kaybolma isteği var. Bukalemun gibi yaşadığı evin kimliğine bürünüp görünmeyen biri olmak istiyor. Çünkü görünmek tehdit edilmek demek. Örneğin her kapıyı çalanı hep aynı açıdan ve aynı objektifle çektim. Kapıyı çalan herkes onun dünyasına ve mahremiyetine dalmaktı, dışarıdan gelen bir tehditti.

İlk afişte bir cümle vardı, “Cehennem bazen bir evin içinde gizlenmiştir.”
Evet demo afişte o cümle vardı. Dışarıdan baktığımızda son derece normal görünen bir evin içinde neler olabilir... Aslında her ev belki böyle. “Evceğizim evceğizim, sen anlarsın halceğizim” de denir, tam tersi de. Bir ev zaman zaman bir cehennemdir, zaman zaman bir cennet.
Bir de motordan söz etmek istiyorum. Motosiklet benim için çok sinematografik bir araç. Çünkü içinde hem bir tehlikeyi, hem bir yalnızlık duygusunu, hem de bir hüznü barındırıyor. Ve tek kişinin kullandığı bir araç, zaman zaman arkasına bir kişinin binebileceği bir yer var. İşte bu duygu benim için çok önemliydi filmde.

Egemen’in motoru var...
Evet ve o motorun filmde çok önemli bir yeri var, arkasına koyacağı insanla ilgili bir yer bu. Hem yalnızlığı hem ölüm duygusunu verir motor. Ben de motora binmeyi çok seviyorum mesela. Çok şiirsel ve çok keskin bir çizgide duran bir araç.

Montreal’de nasıl tepkiler aldı film izleyiciden?
Çok ince kahkahalarla izlendi. Çok merak ediyorum, ülkemde nasıl olacak... Ben seyircime çok güveniyorum. Asla bu bir seyirci yalakalığı değil ama onların içsel dünyasında başka bir alt metinleri yok, sizden bekledikleri sadece bir film. Anlatmak istediğinizi çok iyi hissedebiliyorlar. “Ben yaptım da seyirci anlamadı” lafına çok inanmıyorum. “Ulak” için bile bunu söyleyebilirim. Seyirci konusunda hiç şikayet edemem, çok ayıp etmiş olurum.

Filmdeki anne-oğul ilişkisinin sizinle bağlantısı da merak edilecektir...
Her filmimden sonra “Gene kendiyle ilgili bir şey mi yaptı?” deniyor, evet. Hayır, benim annem dünyanın en tatlı kadınlarından biri. Empati kurduğunuz zaman bu ille de sizi anlatıyor anlamına gelmiyor elbette. Hiç benimle ilgili bir hikaye değil.

Meral Çetinkaya: “Normalde önce senaryoyu okurum ama Çağan için durum değişti”
Bu filmin serüveni sizin için nasıl başladı?
Bir gün telefonuma bir mesaj geldi. Mesaj okumasını da zor beceririm ama nasılsa onu becerdim, okudum. Görüşmek istediğini belirtiyordu, “Çağan” yazıyordu altında.

Tanışıyor muydunuz daha önce?
Ben filmini izlemiştim ve festivalde kendisini gördüğümde gidip elini sıkmıştım, kutlamıştım. Çok olumlu bir heyecan aldığımı söylemiştim. Sonra bazen rastlaştığımızda selamlaştık,
o kadar. Bu mesajdan sonra buluştuk ve çok sürpriz bir mutluluk oldu Çağan’la çalışmak benim için. Bana çok başka zenginlikler verdi. Yönetmen olarak ne istediğini çok iyi biliyor, her şey olmuş bitmiş kafasında ve hiçbir soru işareti, hiçbir boşluk kalmadan bunu oyuncularıyla, setiyle paylaşıyor.

Karakterlerini seviyor değil mi bir de?
Seviyor. İnsanı seviyor, dolayısıyla karakterlerini de seviyor. Çok sevecen anlatıyor. O sevecenlik sıcaklığı getiriyor. Biz hayatta genelde yargılayıp şöyle uzağımıza almaya çalışıyoruz. Bu kötüdür, bu delidir diye. Ama severek, anlamaya çalışarak baktığımız zaman bir sıcaklık, bir kimya oluşuyor. O zaman da onun başka yönlerini görebiliyoruz, anlayabiliyoruz ve şu karanlık ve umutsuz gibi görünen dünyada insan sıcaklığı bize umut veriyor. Bu benim için umut verici bir film.

Siz birçok sinema filminde oynadınız yıllardır ama bu ilk başrolünüz...
Ben çalıştığım bütün işlere bir karakter ortaya çıkarma olarak ve de bütünün içindeki işlevi nedir diye baktığım için, benim yaptığım çalışma hep aynı. Şöyle bir an görüneceğim işe bile öyle yaklaşmaya çalıştım. Burada az kişi var ve bütün roller başrol.
Ben normalde bir teklif geldiğinde önce senaryoyu okumak isterim. En azından kendime yakın bir şey bulup bulamayacağımı görmek için. Ama Çağan’da böyle bir elektrik var, diğer yaptığı işleri bildiğim için baştan ilk isteğim bu olmadı. Sonra senaryoyu okuyunca gördüm ki, “Karanlıktakiler”, gördüğümüzü varsaydığımız, bakıp geçtiğimiz bir şeylere zum yapıyor. Ve gerçek hayatta başrol olmayan insanlara bakıyor. Dolayısıyla başrol olmayan bir karakter beni çok cezbetti. Yaşama süresi, ekranda soluk alma süresi daha uzun, bu bir oyuncu için tabii çok güzel bir şey.

Çağan Irmak: “Meral abla kılıçlarını çoktan gömmüş”
Birlikte çalışmak nasıldı?
Çağan Irmak: Çok enteresan, kılıçlarını çoktan gömmüş biri Meral abla. Her şeyi anlamaya çalışan bir tavrı var. Bu anlamda çok ayrılıyor filmdeki Gülseren’le. Hatta Meral ablayla ilk tanıştığımızda o uç noktadaki karakteri çıkartmak için nasıl bir çalışma yapmamız gerektiğini düşündüm ama sette gördüm ki dünyanın en yumuşak insanı ama “Motor” dendiği zaman gözlerinin arkasına yerleştirdiği o ateş ile o kadar farklı biri oluyor ki... Çok eğlenerek izledim ben onu zaman zaman. Sinemanın tanımını sorsalar, “Sinema bir anıdır” derdim. Seyirci için de, yapan için de. “Çok emek verdik” geyiklerine girmeyi hiç sevmiyorum, evet vereceksin, bu işin gerçeği bu. Vermek zorundasın, bununla övünemezsin ki. Zaten film yapmak zahmetli bir iş, geriye de işte anı kalıyor.
Meral Çetinkaya: Bazı yönetmenler ıstırap çekerek doğum yapıyorlar, o sancıyı, o gerginliği hissediyorsunuz. Çağan yaşamayı sever gibi, sinemayı da keyifle yapıyor. Bu tabii bütün sete yayılıyor. Hakimiyet, kontrol sonsuz, kafasının arkasından görüyor, hissediyor her şeyi ama müthiş de bir keyif var, o keyfi sete çok hoş bir yumuşaklık getiriyor. Hem bir şey çıkarılmaya, üretilmeye çalışılıyor, aynı zamanda da bu sancılı değil.
milliyet