FIRAT ÇELİK'TEN SAMİMİ AÇIKLAMALAR...

Onu ‘Fatma Gül’ün Suçu Ne?’ dizisindeki Mustafa olarak tanıdık. Sevdiği kadına yamuk yapan kasabalı genç. Ama şu anda karşımda bir Avrupalı duruyor.

FIRAT ÇELİK'TEN SAMİMİ AÇIKLAMALAR...

Çifte vatandaş Fırat Çelik’in hayatının çoğu Fransa’da geçmiş, Türkçeyi son üç yılda öğrenmiş. Fransızca ekonomi okumuş, ardından drama. Dolce & Gabbana için modellik yapmış ve Paris’in en şık gece kulüplerinde barmenlik. O tam bir ‘özgür ruh’, her şeyden çabuk sıkılıyor, bugün burada, oyunculuk yapıyor, yarın nerede olur bilinmez... Yelken ve müzik en büyük tutkularından. Teşvikiye’de oturuyor. Müzisyen bir çevrenin içinde. Dizi çekimlerinden arta kalan zamanda, sabahlara kadar doğaçlama müzik yapıyor. Gitar ve bateri çalıyor. Dans etmeyi seviyor. İki ablası, bir kız kardeşi var. Kadınlarla da arası iyi. Komplekssiz ve modern. Bir Fransız gibi yetiştiği için, insanların hakkında söylediklerini çok umursamıyor. Önümüzdeki günlerde, karşımıza yeni bir dizi ve yeri bir rolle çıkacak. Röportajın kalanını Elele’nin ağustos sayısında okuyabilirsiniz...

Hikâyen nasıl başlıyor?
- Tunceliliyim.

Şahane gözlerin var. Kürt müsün?
- Yok değilim, Aleviyim. Dedemin de gözleri böyleymiş.

Tuncelilisin ama bütün hayatın Fransa’da geçiyor. Nasıl oluyor?
- Bir de arada Almanya var. Bizimkiler, 1970’lerin ortasında işçi olarak Almanya’ya gidiyor. Ben Stuttgart’da doğuyorum. Dört kardeşiz. Ama ben 2 yaşımdayken Tunceli’ye geri dönüyoruz. O arada amcam Fransa’da, babama, “Buraya gel” diyor. Babam da daha iyi bir geleceğe sahip olabilmemiz için, aileyi topladığı gibi Paris’e gidiyor.

Nasıl bir çocukluk?
- Sorunsuz. Annem babam zorlanmış, adaptasyon sorunu yaşamış, bizler öyle değiliz. Hepimiz Fransız kültürü ve eğitimi alarak büyüdük. Kardeşlerimin Türkçesi berbat. Birkaç sene öncesine kadar, ben de iki kelimeyi bir araya getiremiyordum. İnat ettim, öğrendim.

Peki Paris’te bir Türk olmak nasıldı?

-Yok. Babam bizi daha iyi koşullarda yaşatmak için yurtdışına gitmeyi tercih etmiş. Benim gerçeğim buydu, kabul ettim. Fransız gibi yaşadım. Bir de galiba, tipten yırttım.

Nasıl yani?
- Beyaz tenli, mavi gözlüyüm. Ne zaman “Türküm” desem “Hadi canım sen de!” derlerdi. Uyum sorunu yaşamadım. Aksansız Fransızca konuşuyorum. Fransızca anadilim. Son üç yıldır buradayım. Aynı zamanda Fransız vatandaşıyım. İki kültürü de tanıyorum. Bu da büyük bir zenginlik.

Ne okudun?
- Ekonomi. Sonra tiyatro. 19 yaşımda tek başıma yaşamaya başladım, Fransa’da modellik yaptım; Dolce & Gabbana için. Gayet de başarılıydım. Barmenlik de yaptım. Paris’in bütün şık barlarında çalışmışımdır. 20’li yaşlarım çok hızlı geçti. Ve eğlenceli! İyi de para kazandım. Ama onlar, bir dönem yapabileceğin işler. İnsan hayat boyu modellik yapamaz. Yaparsa, kayışı koparır. Bu da yeni öğrendiğim bir Türkçe deyim! Kullanmaktan çok hoşlanıyorum.

Dolce & Gabbana gay’liği ya da biseksüelliği çağırıştıran bir marka. “Mankeni olursam beni de gay zannederler” endişesi yaşadın mı?
- Yok ya, kim ne isterse, düşünsün. Beni hiç bağlamaz, umurumda bile olmaz!

Senin “O ne der, bu ne der” dertlerin yok o zaman...
- Yok. Belki de Fransa’da yetişmiş olduğum içindir. Bu kendi hayatım ve hayatım kimseye kulak asmayacak, kimin ne dediğiyle uğraşmayacak kadar kıymetli.

CAN SIKINTISINDAN OYUNCU OLDUM

Oyunculuk nasıl başladı?
- Can sıkıntısından.

Nasıl yani?
- Can sıkıntısı benim için önemli bir kavram. Hep yeni arayışlar bulmama neden oldu. Can sıkıntısından tiyatroya merak saldım. Üç sene drama okudum. O dönem bir yönetmenle tanıştım, bütün hayatımı değişti. Aynı mahallede oturuyorduk, birbirimizi tanımadan selamlaşıyorduk. Sonra bir gün, “Sen n’apıyorsun?” dedi, “Oyunculuk eğitimi alıyorum” dedim, “Ha öyle mi ben de yönetmenim” dedi, “Senin yüzünü enteresan buluyorum, bir projem var, oynar mısın?” Öyle başladım ve oyunculuk devam etti.

Peki Türkiye’ye seni hangi rüzgâr attı?
- Tamamen tesadüf. Fransa’da ‘Hoşgeldiniz’ diye bir filmde rol aldım. Çok küçük bir rolüm vardı. O film başarılı oldu. Berlin Film Festivali’ne gittik. Derken “İstanbul Film Festivali’nin açılışına gidiyoruz” dendi. Ben de heyecanlandım tabii. Türkiye benim için sadece yazları gittiğim bir ülkeydi, ilk defa böyle bir şey için gidecektim. Benim ülkem ya, sahneye çıkıp bir şeyler söylememi istediler. Türkçem de o kadar bozuk ki, “İyi akşamlar” dedim, herkes gülmeye başladı. Aksan felaket, sonra “İyi seyirler” yerine “İyi seyredin!” demişim. Fakat insanların dikkatini çekmiş olmalıyım ki, Paris’e döndükten sonra Gül ve Mustafa Oğuz bir dizi için aradı. Kabul ettim, gerçi 11’inci bölümden sonra dizi yayından kalktı, olsun benim için çok iyi bir deneyim oldu. Sonra da ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’ başladı. Türkiye o diziyle tanıdı beni...

Türkiye’de sevdiğin şeyler neler, uyum sağlayamadığın şeyler neler? Sen aslında başka bir suyun çocuğusun...
- Yok yok değilim. Kendimi iyi hissediyorum. Kan çekiyor demek ki. Her şeye uyum da sağladım. Ama o ilk sene felaketti. Dili bilmiyorum, kimseyi tanımıyorum. Fakat bir sene sonra, her şey şahane oldu. Teşvikiye’de kendi evim var, hayatımdan çok memnunum. Bir tek az yürüyorum, Paris’te daha fazla yürüyebiliyordum, bisiklete binebiliyordum. İstanbul öyle bir şehir değil. Bir de Paris’te kültürel açıdan daha çok beslenebiliyordum. Sürekli sinema, tiyatroya gidiyor, farklı oyunlar izliyordum. Burada dizi çekimleri yüzünden zamanım yok. O açıdan biraz eksiklik yaşıyorum, o kadar.

AZANDIĞIMI TAMAMEN KEYFE HARCIYORUM

Ne yapmak istiyorsun?
- Heyecanlanmak istiyorum.

Nasıl yani?
- Hayatımdaki en önemli şey bu: Hep heyecanlanmalıyım. Gerçekten hoşuma giden şeyleri yapmak istiyorum. Bugün buradayım, belki yarın farklı bir yerde olabilirim. İç sesimi dinliyorum, kendime, “Sen ne yapmak istiyorsun?” diye soruyorum.

Nihai hedef?
- Güzel projelerde yer almak, iyi bir ekiple çalışmak. Şimdi yeni bir proje var. Onun için heyecanlanıyorum. Sonra sinema filmi yapmak istiyorum.

Çok para harcayan bir adam mısın?
- Evet, kazandığımı harcıyorum.

Neye harcarsın?
- Tamamen keyif. Kıyafet filan da değil. Çok güzel yerlerde yemek yemek, şarap içmek. Ama aileme de destek oluyorum.

İstanbul’da nereleri seviyorsun?
- Bayılıyorum bu şehre! Salaş yerlere de gidiyorum, şık yerlere de. Asmalı olabilir ama Bebek de, Teşvikiye de.

Bu şehirde tahammül edemediğin şey...
- Trafik ve korna seslerine inanamadım ilk taşındığımda, resmen afalladım.

BİRİ VAR AMA BAKACAĞIZ

Sevgilinle mi yaşıyorsun?
- Valla biri var, onu çok beğeniyorum. Ama bakacağız. Şu an bekârım. Birlikte de yaşamıyoruz.

Daha çok Fransız sevgilin mi oldu, Türk mü?
- Fransız.

Türk kadınlarında seni şaşırtan...
- Türk - Fransız diye ayırmıyorum. Her yerde kadın kadındır.

Senin için hayatta en önemli şey...
- Çalışmak, üretmek, iyi rollerde oynamak. Para kazanmak. Bol bol harcamak.

Kişiliğini nasıl tanımlarsın?
- Kolay biri değilim. Bazen ne istediğimi bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Çünkü o zaman hayat çok sıkıcı oluyor. Yarın ne olacak diye düşünmek istemiyorum. İlişkide de kolay değilim. Özürlüğüme çok düşkünüm ve sıkılmak istemiyorum. Bir de yeni bir ülkedeyim, yeni bir sayfa açtım hayatımda. Bazen kolay olmuyor. İlişkide de kolay değilim.

Neden Fransa’da tanınan, bilinen bir oyuncu olmayı denemedin?
- Her şeyin bir sebebi vardır. Demek ki burada olmam gerekiyormuş.

Ünlü olmak senin için ne ifade ediyor?
- Çok bir şey ifade etmiyor. Hayatım çok değişmedi ama insanların, “Güzel oynamışsınız” demesi hoşuma gidiyor.

İyi bir oyuncu olduğunu düşünüyor musun?
- Bunu başkaları takdir etmeli, ben yorum yapamam. Hem çok erken böyle iddialı laflar etmek için. Burada henüz kendi sesimi kullanmadım.

Neden?
- Çünkü Türkçeyi aksanlı konuşuyordum. Şimdi yeni yeni aksansız konuşabiliyorum.

Hep yakışıklı adam olmak nasıl bir his?
- Öyle olduğumu düşünmüyorum. Yakışıklı adam olmak da sıkıcı olurdu.

Nasıl kadınlar sana göre sıkıcıdır?
- Espri anlayışı olmayan. Kadın dediğin, doğal ve dürüst olmalı. O zaman her şey okey. İç pazarlığı olmayacak.

İçten pazarlıklı demek istiyorsun...
- Evet.

Başka hangi kelimelerde, deyimlerde zorlanıyorsun?
- ‘Ali kıran baş kesen’... Bir de ‘Sen ne ayaksın?’ dediler geçenlerde, çok şaşırdım. “Pardon?” dedim. Anlamadım. Açıkladılar. Şimdi herkese “Ne ayak?” diyorum. Çok ilginç deyimleriniz var.

İlk aşkını ne zaman yaşadın?
- Bayağı geç, 18 yaşındaydım.

Hadi ya...
- Evet, öpüşmekten çok tırsıyordum. Saçma sapan bir algım vardı. ‘French kiss’ vardır ya, ondan ürküyordum. “Öpüşürken diller ne olacak” diyordum.

Nasıl yani?
- “Karışırsa fena!” diye düşünüyordum. Bana “Birinin dili sağa dönecek, diğerinin sola, nasıl olacak, ya bir problem olursa?” gibi geliyordu, bir türlü aklım almıyordu. Kötü öpüşen biri olmak istemiyordum. Dil beni korkutuyordu. O yüzden bayağı geç oldu...