Aşağıda tamamını okuyacağınız bu yaşam öyküsü için Güney Vakfı çok özel iki fotoğraf yolladı. Gazete Habertürk'te yer darlığı ya da unutulma nedeniyle olsa gerek fotoğrafların kaynağı belirtilmemiştir. Güney Vakfı ve Fatoş Güney'den sözümün arkasında duramadığım için çok özür dilerim ..
{"type":"image","data":{"src":"haber-fatos-guney-izzet-capaya-konustu_92883_2.jpg","width":0,"height":0,"zoom":0}}
Tatlı bir Eylül günü buluştuk Fatoş Güney’le… Kah oturup sohbet ettik, kah sandviçlerimiz ellerimizde kaldırımlarda yürüdük. Sonuçta ortaya –bana sorarsanız- öpülesi bir aşk hikayesi çıktı. Sadece Fatoş’a ait…
Fatoş hanım hemen belirteyim bu söyleşiyi ben sadece ‘sizinle’ yapmayı düşündüm. Yılmaz Güney’siz bir Fatoş kimdi, nasıl bir kadındı, nasıl bir anneydi? Yani birey olarak kimdi Fatoş? Ama sonradan gördüm ki, Yılmaz Güney’siz tek bir anınız ve anınız yok! Ölümünden sonra bile… Bu yüzden eşiniz de mecburen yanı başımızda olacak.
Bu ağır bir yük mü hala omuzlarınızda?
Ağır demeyelim de büyük bir sorumluluk diyelim.
Eşinizi çok seven Anadolu halkının tepkisinden korktuğunuz için mi ikinci kez evlenmediniz?
Aslında bu korkuyu aklıma sokan Aziz Nesin’di. ‘Senin gibi eşlerin bir daha evlenmesi zordur’ demişti. Etkilenmiş olabilirim. Ama şu anda bir çekincem kalmadı, evlenebilirim, boşanabilirim…
Peki nasıl bir eş adayı hayal edelim şimdi?
Ben bir emekçiyle evlenebilirim mesela
Ya Yılmaz Güney? Bu yönde bir konuşma geçmiş miydi aranızda?
Sona doğru, öleceğini hissettiğinde. Birgün bana demişti ki, ‘Gideceğim yere seni de götürmek mümkün olsa bunu yapardım. Benden sonra evlenmeni istemem ama hayatını istediğin şekilde sürdürebilirsin, yalnız şunu iyi bil beraber olacağın hiç kimse benim kadar sevmeyecek seni.’
Başa dönelim. Hayata toz pembe bakan bir çocukken, acıların erkeği ile tanışıyorsunuz. Nasıl oldu?
Tanışmamıza bir arkadaşım vesile oldu. Kocası filmciydi ve rahmetli ile çalışıyormuş. Biz de işte o film setine gittik. Onu ilk uzaktan gördüğümde, ‘Kim bunu artist yaptı acaba’ diye düşündüm. Ama o iki adımda yanıma yaklaştı, başını eğdi, gözlerimin içine baktı ‘Hoş geldiniz’ dedi. Galiba o anda fark ettim ne kadar sempatik ve hoş olduğunu…
En heyecanlı an! Sonra…
Sonra bir an durdu, ‘Ben dün gece sizi rüyamda gördüm’ deyiverdi.
Nasıl yani, daha önce sizi görmüş mü bir yerlerde?
Yok canım ilk defa karşılaşıyoruz… Burası önemli aslında, daha sonra anladım ki, Yılmaz’ın 6. his mi dersiniz neyse o yönü çok gelişmişti. Bazı şeyleri daha olmadan bilirdi.
Peki ilk randevu ne zaman geldi?
Hemen ertesi gün. Aynı arkadaşım telefon açtı, ‘Yılmaz Güney seni görmek istiyor, sana geliyoruz’ dedi. Baktım arkadaşımın elinde bir sarı lale ve yarısı ısırılmış bir çikolata evin kapısında. Çikolatayı Yılmaz’a ikram etmişler, laleyi de bahçenin birinden çalmış bana veriyor.
{"type":"image","data":{"src":"haber-fatos-guney-izzet-capaya-konustu_92883_3.jpg","width":0,"height":0,"zoom":0}} Fotoğraf: Güney Vakfı
Bunların karşılığında ne istiyor peki sizden?
Benimle baş başa görüşmek istiyormuş! Dediği gibi de oldu. Biz arkadaşımı, onun şoförünü bıraktık, atladık arabaya ve Beykoz çayırına gittik. Ben en fazla ‘herhalde filmde oynamamı isteyecek’ diye düşünüyorum. Çünkü daha önce bir reklamcı beni yolda çevirip Shell reklamında oynamamı istemişti.
Sonuçta ilk tanıdığınız biriyle çayırdasınız. Bence siz de çok cüretkarsınız.
Evet cüretkarım…
O sıradaki tipinizi tarif eder misiniz?
Gözümde pembe camlı gözlük, saçlarım belime kadar uzun ve mini bir etek! İşte Yılmaz durdu, ‘Senin için hayatın anlamı nedir, ne ifade eder’ diye sordu. ‘Bilmem hiç düşünmedim, mutlaka tahsilimi yaparım, sonra evlenirim çoluk çocuk filan’ dedim. Cümlem biter bitmez de, ‘Benimle evlenir misin’ dedi.
Ne cüret? İnsanın erkek arkadaşı olur, sevgilisi olur… Hiç sormuyor mu var mı diye?
Hayır sormuyor. Zaten karşısında o kadar saf bir kız var ki! Ayrıca erkek arkadaşı olsa ne olur? O yılmaz Güney.
Var mıydı gerçekten?
Birkaç çocuk vardı Modalı. Ama o zamanlar camdan bakışırdık filan… Biriyle daha fazla bakışırdım ben ama o kadar. Ben isyan ettim tabii, ‘İlk kez gördüğü birine nasıl evlenme teklifi eder’ diye. ‘İnsan sarrafı nedir bilir misin dedi bu sefer… Onun anlamını bile bilmiyorum, çocukluğuma bakar mısınız? Ama söylediği şu cümle çok önemliydi; ‘Beni asla başkalarından öğrenmeye çalışma. Beni ben anlatacağım sana!’
Artık nasıl anlattıysa 6 ay içinde nikah masasına oturmuşsunuz.
Aynen öyle oldu. Yılmaz zaten askerden izinli gelmişti. Kışlasına döndü. Ve bir sürü mektup yazdı bana. Bazen bir takvim yaprağına, bazen destanlar kadar uzun ama hep yazdı. Ve sadece kendini anlattı. Günah çıkarır gibi, yaşadığı her şeyi hiç saklamadan yazdı.
Peki izinli geldiğinde, bir yakınlaşma, bir el tutma, öpüşme…
Çok ufak tefek birkaç temas o kadar.
Aileniz için ‘tutuculardı’ dediniz… Allah muhafaza bir de Yılmaz Güney’le flört ettiğinizi duysalar?
Ben de onu söyledim zaten Yılmaz’a, ‘Sizinle arkadaşlık edemem, sizi tanımak için beraberlik sürdüremem’ dedim. ‘Merak etme ben her şeyin çaresini bulacağım’ dedi o da.
Bir de artık onun - lütfen yanlış anlamayın- o ‘serseri’ tarzını yadırgamıyorsunuz tabii…
Aslında ilk gördüğümde bile öyle olduğunu hiç düşünmedim. Son derece beyefendi, saygılı, çok ama çok nazik bir insandı. Ama en etkileyici tarafı bakışlarıydı. Bilirsiniz Yılmaz hüzünlü bakardı.
Çukurova topraklarında yetişenler öyle bakar derler. Peki evlilik teklifi edildi, icraata geçilmiyor!
İzinli gelişinde, ‘Bu böyle olmuyor, biz artık nişanlanalım’ dedi. Bölüğüne döndüğünde, ‘Benim artık güzel bir nişanlım var’ diye düşünmek istiyormuş! Bunun üzerine bir gün okuldan kaçtım nişanlanmak için ve aileme yakalandım.
Sizinki de ne şans?
Doğru. O zamanlar Hasan Kazankaya’nın Goldfinger diye bir gece kulübü vardı, orda tören yapacaktık. Gittik birkaç gün öncesinden Beyoğlu’ndan Franguli’den nişan yüzüklerimizi aldık.
Bir kez daha söyleyeceğim, çok cüretkarsınız. Peki ailenin nasıl haberi oldu bu izdivaç girişiminizden?
Ben etüt hocama anlatmıştım o gün nişanımızı, o da babamlara söylemiş. Tabii isyan ettiler ama akıllıca davranıp çok üstüme gelmediler. Yalnız babam Yılmaz’ın adını bile duymak istemiyordu… Ama Yılmaz dedi ki, ‘Seni istemeye gelecekler, haber ver ailene!’
Kimler geliyor erkek tarafı olarak?
Gelenler kim biliyor musunuz? Terzi Mualla ile bizi tanıştıran arkadaşımın eşi Savaş. Neyse istediler beni anneannem ve annemden. Allah’ın emri, peygamberin kavli…
Babanız beyefendi neredeler?
O kibarca yok oldu ortadan. Kadınlar var evde sadece. Bu arada ‘Yılmaz şöyle beyefendi, böyle değerli, pırlanta kalpli’ filan diye anlatıyorlar, bizimkiler de diyor ki, ‘Yılmaz bey mutlaka müstesna bir insandır ama bizim kızımızın yaşı küçük ve tahsil yapması gerekiyor!’
Diyemiyorlar tabii, ‘sizin oğlanın yaşı büyük ve ayrı dünyaların insanı bu ikisi?’
Nasıl desinler, kibarca ve akıllıca reddettiler insanları… Sonra Yılmaz’dan mektup geldi; ‘Ailenin sözünün benim için hiçbir geçerliliği yoktur, sen ne diyorsun? Bir mektup bırakıp Yılmaz’a kaçarak,aileme cevabı ben verdim
Azimet ne yana? Yani nereye kaçıyorsunuz, yurt dışı filan?
Yok canım, Levent’te bir villa kiralamış, oraya. Bir tek Boğaz'ı aşıyoruz yani. Neyse evi dayamış döşemiş, annesini getirtmiş memleketten.
Peki Yılmaz bey sizin ona kaçtığınızı görünce ne yaptı?
Birbirimize sarılıp ağlamaya başladık. Annesi de bizimle birlikte ağlıyor. ‘Annenler kim bilir nasıl üzülmüşlerdir? Hemen şimdi gidip ellerini öpüyoruz’ dedi.
Bu arada Yılmaz beyin maddi durumu iyi herhalde…
Size bir şey söyleyeyim mi, Yılmaz’ın maddi durumu hiçbir zaman iyi olmamıştır. O zamanlar film dediğiniz, para ödenmeyen senetlerle yapılırdı.
Haklısınız galiba, Altın Palmiye aldığında bile cebiniz boşmuş.
Evet çok zor günler yaşadık. Yılmaz ayakkabısının altı delikken, sadece bana ve çocuklara ayakkabı almıştı bir keresinde…
Böyle durumlarda anneler kızlarına el altından para yollarlar, sizin anneniz de yaptı mı?
Asla! Hiçbir zaman! Her zaman kan kustum, kızılcık şerbeti içtim! Her şeyi dört duvar arasında yaşadım.
{"type":"image","data":{"src":"haber-fatos-guney-izzet-capaya-konustu_92883_4.jpg","width":0,"height":0,"zoom":0}} Fotoğraf: Güney Vakfı
Dönelim yine o güne; Artık aynı çatı altındasınız, eh evleneceksiniz de, belki biraz daha yakınlaşmalar...
Şimdi bir şey söyleyeceğim, ertesi gün magazinin manşetlerine çıkacağız. O gece yemeğe gittik baş başa. Ben hayatımda ilk defa şarap içiyorum. Bir iki kadehten sonra eve geldik.
Eeee?
Beni annesine teslim etti, otele gidip yattı.
Ya ertesi gün?
Ertesi sabah ben uyurken gelmiş. O gün annemler aradı, ‘Madem evleneceksin, erkek evinden gelin çıkma bari’ dediler.
Bir tuzak olmasın!
Bilmiyorum ama ben teyzemde kalmaya başladım. Bu sefer Yılmaz çıkageldi, ‘Korkuyorum bunlar seni vazgeçirecekler benden, hemen evlenelim’ diye.
Akıllı adam tabii.
Annesine getirdi beni tekrar. Bu arada yıldırım nikah işlemleri sürüyor. Ama ben tutturdum, köy düğünü isterim diye…
Eh ‘Boynu bükükleri’ de okuduk ya…
Aynen oradaki gibi düğün istiyorum, üç gün üç gece. Peki dedi Yılmaz, yapalım. Ama bu mevsimde olmaz. Bunun üzerine kokteyl yaptık ve Haziran ayıydı evlendik.
Korku yok mu? Daha önce evlenmiş, çocuğu var, mazide bir sürü kadın!
Hayır. Bana her şeyini anlattığı için hiçbir zaman korkmadım.
Peki ya sizden önceki kadınlar? Kıskandınız mı onları? Mesela Nebahat Çehre?
Onu hiç kıskanmadım. Bir de o kadar çok kadın olmuş ki Yılmaz’ın hayatında… Belki bu yüzden hiç birini umursamadım.
Peki ya kızının annesi Can hanımı?
Aa, o çok dost yürekli biridir. Yılmaz Konya’da sürgündeyken tanışmışlar. Ve Yılmaz’a kol kanat germiş. Ben çok severim, hala da görüşürüz.
Diğerleri için de bu kadar sevecen misiniz peki?
Şöyle söyleyeyim. Tabii Yılmaz çok karizmatik bir adam o dönem, Yeşilçam’ın vamp kadınları arasında da çok rağbet görmeye başlıyor. Bana derdi ki, ‘Ben bu Yeşilçam alemine girdiğimde çok saf, iyi niyetli, temiz bir delikanlıydım!’
Peki kızının annesi Can hanımdan sonra bir kez daha evleniyor Yılmaz Güney!
İşte o kadınlardan bir tanesi çok akıllı davranıp ‘nikah sözü’ alıyor Yılmaz’dan. Yılmaz için söz, namus. Ama hiç yürüyecek bir ilişki gibi durmuyor. Baştan belli, çelişkiler, çatışmalar oluyor. 13 ay sürüyor. ‘Evlendiğimin ertesi gün pişman oldum’ diye anlatmıştı… Ve o nahoş olay…
Nahoş olay dediğiniz; karısını dövmesi!
Evet maalesef… Sonra da adı ‘kadın döven adama’ çıkıyor. Aslında hiç alakası yok. Ama sonrası daha kötü. Kendine yakışmayan bu davranışlarla anılmak müthiş bir vicdan azabına dönüşüyor Yılmaz’da. Artık kafası öyle karışıyor ki, aşk mı, nefret mi, pişmanlık mı?
Nebahat Çehre’yi mi kastediyoruz?
Onu ben söylemem, siz söylersiniz ancak…
Peki Fatoş Güney hiç dayak yedi mi?
Bir fiske bile yemedi, fiske yeseydim de asla beklemezdim, o anda terk ederdim onu.
Sizi hiç aldattı mı Yılmaz bey?
Hayır, asla. Hatta derdi ki, ‘Ben böyle bir şey yaparsam , aynı hakka sen de sahip olursun. Ve ben başka hiçbir kadını hayatıma sokmak istemiyorum. Senden önceki ilişkilerimin hiçbirisi, hayatımda bir değişim ve etkileşim yaratmadı. Ama sen benim serseri hayatıma son verdin.
Kocanız ne de olsa feodal kökenli bir erkekti. Gerici yanları var mıydı size karşı?
Gerici diyemem ama feodal tarafları vardı. Özellikle yurtdışı röportajlarında, ‘kendisinde bazı kalıntılar bıraktığını’ hep söylerdi. Ama bunları yok etme çabasına da ben şahidim.
Küser miydiniz hiç?
Kişisel konuların dışında tartışmalarımız olurdu. Bir gün Paris’deki evimizde, “Devrim olacak mı, olmayacak mı, ne zaman olacak” konusun bir birimize girdik. Ve ben o kadar sinirlendim ki, küstüm, konuşmuyorum…
Kendini affettirmek için bir şey yapmıştır…
İki gün sonrasında doğum günümdü, o akşam eve geldiğinde Türk bakkalına uğramış, eli kolu dolu. Mutfağa girdi, çocuklarla birlikde bir sürü yemek hazırladı. Bir de bana araba almış. Ama Arnavut inadım tutmuş ya binmedim arabaya.
Hep böyle motorlu taşıtla mı affettirmeye çalışıyor?
Yok hayır, bir keresinde eve bir kamyonet dolusu çiçek yollamıştı. İçlerinde saksıda bir mandalina ağcıda vardı, onu hiç unutmuyorum. Ne zaman mandalina kokusu duysam onu hatırlarım…
Dans eder miydi Yılmaz Güney? Ne bileyim mesela ortak şarkınız ,neydi?Ya da türkünüz mü vardı?
Evde dans etmeyi çok severdik. Şarkımız da Sympathy! Bir de saz çalıp türkü söylerdi bana; ‘Kız senin adın Fadime mi, Fatma mı, dudakların bal olmuş şeker ilen katma mı?’
Peki genç ve güzel karısını kıskanır mıydı? Ne bileyim mini etek giyebilir miydiniz?
Kıskançtı ama asla kompleksli değildi. Kendine çok güvendiğinden beni çok serbest bırakırdı. Mesela evlendik ama ben mini etek giymeye devam ettim. Hatta bir gün denize gideceğiz, ben bikini giydim tabii. Beni görünce baktı baktı, ‘Ciğerim bu iç çamaşırı mı’ diye sordu. ‘Yoo benim bikinim’ dedim, taktı koluna gittik denize.
Aslında size mesaj vermiş, ‘Çıkarsan fena olmaz’ diye ama…
Gerçekten mi? Olabilir, şimdi düşündüm de… Canım benim, ben istiyorum diye kabul etmiş demek ki. Ama kompleksiz biriydi Yılmaz.
Kompleks açısından bakmayarak soruyorum; Siz onu kıskanır mıydınız? Ne de olsa o bir Yılmaz Güney ve çevrede bir sürü güzel kadın…
Hayır ben de kesinlikle kıskanmadım. Hatta ona kur yapmak isteyen kızlar olurdu, ‘Dön bir bak Yılmaz, kız çatlayacak’ derdim. Bir de şöyle bir hoşluk var tabii, ‘Fatoş’tan önce-Fatoş’tan sonra!’ Bir milat olmak kadın için keyifli bir duygu.
Yılmaz Güney’in sizinle ilgili bir farklı bakış açısı daha var. Diyor ki; ‘Fatoş’un Beyoğlu’ndan geçtiğini bilmek bile bana, onun kirlendiği hissini verir!’ Beyoğlu-Yeşilçam onun mekanı değil mi?
Tabii onun ve dostlarının yeri ama bir o kadar da çirkin ilişkilerin, tatsız olayların, ticari tuzakların yaşandığı bir yer. Yılmaz’ın kastettiği ‘bu türden arka sokaklar!’ Ve o bu ‘kirli’ yüzü çok iyi tanıyor. Şimdi Yeşilçamlılar alınabilir bu sözüne ama satır aralarına dikkatlice ve insaflıca bakarlarsa ne demek istediğini anlar ve hak verirler mutlaka.
Fatoş hanım şimdi bize, evinizde Mahir Çayan ve arkadaşlarını sakladığınız günü anlatır mısınız?
Ben altı aylık hamileydim. Deniz Gezmiş’in asılmasını engellemek için İsrail başkonsolosu Elron’u kaçırmışlardı Mahir’ler. Konsolos ölünce de bütün yurtta aranıyorlardı. İşte o gece bize geldiler.
Üst katınızdaki dairede saklanmışlar galiba?
Hayır bizim yatak odamızın üst tarafında tavan arası gibi bir bölme vardı, orada kalmışlardı. Ellerinde büyük silahlarla filan…
Peki askerler bastı evinizi, sonra ne oldu?
Bütün evi aradılar, yatak odamızı da ama yukarı açılan kapağı görmediler işte?
Ya fark etselerdi?
Çocuklar karar almışlardı, teslim olmayacaklardı. Çatışma çıkacaktı yani.
Yılmaz beyle ilk ayrılığınız bu yüzden oldu değil mi, tutuklandı.
Evet yataklık etmekten iki yıl ceza aldı.
Sizinki nasıl bir hamilelik, aklım almıyor? Şimdi insanlar bebeklerini anne karnında Vivaldi'nin Beethoven'ın müziği ile falan büyütürken sizin çevrenizde, silahlar, gözyaşı, korku, dehşet…
Doğru söylüyorsunuz, benim bebeğim işte bu şartlarda doğdu. Ama daha kötüsü, hiç doğmayabilirdi.
Nasıl yani?
Çocuğum o gece benimle birlikte, çıkan çatışmada ölebilirdi.
Mahir Çayan’ın arkadaşları kimdi?
Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman!
O geceden sonra ne oldu?
Beni de tutukladılar tabii Yılmaz’ın arkasından. Selimiye cezaevinde tabut hücreye koydular.
Ne demek o?
Bir tabut düşünün, dikine duran. Oturduğunuzda dizleriniz karşıya değiyor
Ya işkence?
Tabutta olmak başlı başına bir işkence, daha ötesi var mı? Ama sorguda öyle bir şey yaşadım ki… O gece yatak odamızda gizlenenlerden biri Oktay Etiman demiştim ya, daha sonra benimle ilgili sorular sordular Oktay’a… ‘Evinde saklandığınız kadın bu mu?’ diye. Oktay yüzüme baktı, o kadar işkenceye rağmen ‘Hayır o değildi’ dedi ve beni serbest bıraktılar.
Peki bu Oktay Etiman sizin yıllar sonra aşk yaşadığınız Oktay bey mi?
Evet ta kendisi…
İlk kez ne zaman karşılaşmıştınız?
İlk kez bizim eve saklandıkları gün görmüştüm. Daha sonra sorguda, ‘Hayır bu kadını tanımıyorum’ dediği güne kadar da tek bir kelime konuşmamıştık. Daha sonra 1992’de Oktay’a rastladım ve yedi yıl süren bir birlikteliğimiz oldu.
Bir başka arkadaşınız da Kendal Nezan bey…
Evet o da bir dava adamı. Paris Kürt enstitüsünün kurucusu.
Oktay ve Kendal beylerin şahsında anladığım kadarıyla Yılmaz beyin özlemini bir parça gidermişsiniz. Hiç kıyaslar mıydınız?
Hiç böyle düşünmedim. Hepsi mücadele insanıydılar…
Junior Yılmaz Güney’i konuşalım mı biraz? Ortalarda görünmeden yaşıyor neredeyse.
Benim biricik oğlum o, gözümün bebeği. Onun için içim acıyor biliyor musunuz Yani o kadar çok şeyler çekti ki, öyle bedeller ödedi ki.
Babasının çalıştığı hiçbir alanda oğul Yılmaz Güney’i göremiyoruz. İsmi altında eziliyor olabilir mi?
Ezilmek değil, babasına karşı öyle büyük bir aşkı var ki, belki hakkıyla altından kalkamam duygusu.
Adını Yılmaz koydunuz oğlunuzun… Kimin fikriydi?
Fikir benden çıkmıştı ama şimdi çok pişmanım. Böyle bir yükü çocuğun omuzlarına yüklemek…
Bir de, oğul Yılmaz’ın ağzından babası ile ilgili değil bir cümle, tek kelime bile çıkmıyor. Ama bakıyoruz ekranlarda herkes Yılmaz Güney’i anlatıyor.
Bırakın anlatsınlar. Merak ediyorum, Yılmaz’la en fazla yaşayan benim, bu insanlar bu kadar anıyı ne zaman biriktirmişler?
İnanın sizin kadar biz de merak ediyoruz bunu. Toplam ne kadar sürdü ‘onun hayatına şahit olmanız?’
Paylaştığımız 16 yıl. Ama dip dibe sadece üçbuçuk yıl.
Sadece o kadarcık mı?
Çünkü Yılmaz'ın hayatını hallaç pamuğu gibi oradan oraya savurdular. O cezaevinden, oraya, o şehirden bu sürgüne… Ama ben hep yanındaydım. Her hapse girişinde yakınında ev tutardım.
Herkese miras olarak bir şey kalır, sizin oğlunuza da Yılmaz Güney’in şu ‘faili meçhul filmleri’ kaldı. 104 taneymiş galiba?
Evet Yılmaz’ın çocukları onlar. Aynı zamanda Türkiye’nin sinema tarihinin de eserleri. Ve hepsini yok ettiler.
Sizce başlarına ne gelmiştir?
Yakıldıklarını düşünüyorum. O sahne gözümün önüne geldiğinde sanki insanları toplayıp gaz odalarına atmışlar gibi bir hisse kapılıyorum. Ortadan kaldırılanlar sadece filmler değil tabii, bir dönemi yok ediyorsunuz. O paşa bu değeri yok etti işte.
Kenan Evren’e ilişkin duygularınızı merak ediyorum o zaman…
Asla affetmeyeceğim tek insan. Kenan Evren’in ve onu kullananların yatacak yerleri yok. Yılmaz ölürken ona bir mektup yazmak istemişti. Dedi ki, ‘Fatoş bir kağıt kalem al otur yanıma… Ona demek istiyorum ki, sen bir halk düşmanısın!’
Ben yine de Marmaris koylarında, nü tablolar yapan Kenan Evren hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum?
Sonuçta o bir maşaydı.
Biliyorsunuz artık çok yaşlı, ölürse hakkınızı helal edecek misiniz?
Ne münasebet! Sadece ben değil, binlerce çocuk, milyonlarca aile ferdi yaşadı aynı acıyı. Çocuklar babasız büyüdü. İşkencelerde öldüler. O paşa öteki dünyaya inanıyorsa, emin olsun kendisini orada pek hoş şeyler beklemiyor.
Yeni anayasaya madde konacak, yargılanması yönünde; Tayyip Bey'e bir teşekkür borcunuz olduğun farkında mısınız?
Ben başbakana esas Yılmaz ile ilgili bir teşekkür borçluyum; Dedi ki bir konuşmasında; ‘Yılmaz Güney’in filmlerine kulak verilseydi, Türkiye bu durumda bu şartlarda olmayabilirdi! Bence Yılmaz’la ilgili bu güne dek söylenmiş en güzel en gerçekçi laf.
Biraz da Yılmaz beyin kızı Elif’ten bahsedelim mi?
Elif’cik çok acılar çekmiş bir çocuktur. Annesi, Yılmaz’dan kopmamak, onu kaybetmemek için hamile olduğunu gizliyor önce. Çünkü öyle bir ilişkileri var. Ve maalesef anne babası birleşemiyorlar, Elif babasız doğuyor.
Kaç yaşındaydı siz evlendiğinizde?
4- 5 yaşlarındaydı. Bize gelirdi o zamanlar. Birbirimizi gerçekten sevdik. Sadece Elif değil, annesi de iyi dostumdu, sık sık telefonlaşırdık zaten. İsteklerini annesi bana söylerdi ben de Yılmaz’a.
Peki daha sonraki yıllarda?
Türkiye’den kaçışımızda da yanımızdaydı. Yaşı küçük olduğu için annesinin imzasıyla pasaport alabildik. Kızından ayrılmak istemedi tabii ama bizim yanımızda daha iyi şartlarda olacağını bildiği için katlandı. ‘Bir festivale davetli olduğumuzu’ söyleyip çıktık Türkiye’den. Bizden bir gün sonra da Elif geldi.
Peki daha cezaevinden yurtdışına kaçarken…
Türkiye’den ayrılırken bana sıkıca sarıldı, bırakmak istemiyor gibiydi. Gözlerime uzun uzun baktı, “Eğer bana bir şey olursa, bil ki hayatımda 3 tane önemli şey var; Sinema, sen ve oğlum dedi. Bakar mısınız, hayatındaki “tek kadın” olabilmiştim ama “tek rakibim” sinemayı alt edememiştim.
Sizi üzeceğim ama Yılmaz beyin son anlarını anlatır mısınız bize?
Ben kesinlikle onun öleceğini kabul etmiyordum. Fransız doktorlar ilk kez ‘çok az bir vaktinin kaldığını’ söyleyince çıldırdım, avaz avaz bağırdım, ‘Nedir bunlar Tanrı mı yani’ diye.
Vedalaşabildiniz mi?
Son üç gün komadaydı zaten ama derin uykuya dalmadan önce oğlunu görmek istedi ve ‘Fatoş çok kötü şeyler olabilir, beni bağışla’ dedi. Ben hala inanamıyorum, ‘Oğlumun üzerine yemin ederim, sana bir şey olmayacak’ dedim. Hemen komaya girdi. Fırladım Mitterand’ı aradım, o zaman cumhurbaşkanı. ‘Uçak hazır, Amerika, Rusya neresini istersen oraya yollarım ’ dedi. Ama…
Peki hangi dini kurallara göre gömüldü?
Hiçbir dini ritüele göre gömülmedi.
Mezarını Türkiye’ye getirmeyi düşünüyor musunuz?
Onun arzu ettiği demokrasi anlayışı yerleşene kadar asla!
Ölümünün ertesi günü tüm dünyaya isyan etmişsinizdir?
Mezarına gittim erkenden. Ve avazım çıktığı kadar gökyüzüne ‘Seni seviyorum Yılmaz’ diye bağırdım. Birkaç gün sonra tek başıma sokağa çıktığımda bacaklarım titriyordu. ‘Ben sensiz nasıl ayakta duracağım’ diye kendi kendime sordum bu kez.
Peki günümüze dönelim artık… Yılmaz Güney yaşıyor olsaydı, dizilerde oynar mıydı sizce? Siz bilirsiniz, diziler bir zamanların ‘fotoromanları’ olarak kabul edilirse?
Ölmeden önce zaten Fransız kanalında bir polisiye diziye başlamak üzereydi…
Eşinizin hayatını film yapsalar, günümüzden kim oynar? Kenan İmirzalıoğlu örneğin?
Hiç kimse oynayamaz. Sadece yeni, halktan birisi.
Size dizi teklifi gelse?
Politikaya girmem için de diziler için de o kadar çok teklif geliyor ki şaşırırsınız. Ama ancak kendi hayatımla ilgili bir sinema filmi olursa kabul ederim.
Şu an Nebahat Çehre gelse ne olur
Ona da kapım açık.
Muhteşem Yüzyıl’da onu gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?
Ben genelde dizi izlemem, şöyle bir geçerken bakarım.
Biraz da basın dünyasından konuşup sohbetimizi bitirelim; Ertuğrul Özkök’ün şu meşhur yazısını sormak istiyorum önce; ‘Yılmaz Güney’in Duvar filminde oynattığı köy çocuklarını dövdüğü’ gibi bir iddiası vardı. Mahkemeye vermiştiniz.
Bir yazar olarak değil de, benim oğlumla ilgili ve üstelik de kendisi baba olan birine yakıştırmadım. Bu açıdan bakıp, düşünmesini isterdim. Aslında o filmin belgeselini ona hediye göndermem gerekir. Görecek ki, sadece çocukların gözlerine bir damla limon sıkılıyor. Ve Yılmaz ayrılırken o tokat atıldığı iddia edilen çocuklar paçalarına sarılıyorlar, gitme abi diye…
Hangi köşe yazarlarını okursunuz?
Ahmet Hakan, Oral Çalışar…
Fatih Altaylı köşesinde Yılmaz Güney’le ilgili yazısında bir soru sormuştu. ‘Adam öldürene ne denir’ diye gibi.
Olsa olsa kader mahkumu denir. Gerçekten de böyle düşünüyorum; hayatta kaçınılmazlık diye bir olgu vardır. Gerçekten de halk arasında böylesine mahkum olmuş bir sürü insan var. Bu yüzden zaten kader mahkumu deniyor.
Kırgın mısınız Altaylı’ya?
Herkesi anlamaya çalışıyorum. Yazılarını da okuyorum Altaylı’nın. Hiç kimseye kızgın değilim ve yargılamıyorum.
Kenan Evren hariç!
Evet Kenan Evren ve onun dönemini asla affetmeyeceğim.
Tatlı bir Eylül günü buluştuk Fatoş Güney’le… Kah oturup sohbet ettik, kah sandviçlerimiz ellerimizde kaldırımlarda yürüdük. Sonuçta ortaya –bana sorarsanız- öpülesi bir aşk hikayesi çıktı. Sadece Fatoş’a ait…
Fatoş hanım hemen belirteyim bu söyleşiyi ben sadece ‘sizinle’ yapmayı düşündüm. Yılmaz Güney’siz bir Fatoş kimdi, nasıl bir kadındı, nasıl bir anneydi? Yani birey olarak kimdi Fatoş? Ama sonradan gördüm ki, Yılmaz Güney’siz tek bir anınız ve anınız yok! Ölümünden sonra bile… Bu yüzden eşiniz de mecburen yanı başımızda olacak.
Bu ağır bir yük mü hala omuzlarınızda?
Ağır demeyelim de büyük bir sorumluluk diyelim.
Eşinizi çok seven Anadolu halkının tepkisinden korktuğunuz için mi ikinci kez evlenmediniz?
Aslında bu korkuyu aklıma sokan Aziz Nesin’di. ‘Senin gibi eşlerin bir daha evlenmesi zordur’ demişti. Etkilenmiş olabilirim. Ama şu anda bir çekincem kalmadı, evlenebilirim, boşanabilirim…
Peki nasıl bir eş adayı hayal edelim şimdi?
Ben bir emekçiyle evlenebilirim mesela
Ya Yılmaz Güney? Bu yönde bir konuşma geçmiş miydi aranızda?
Sona doğru, öleceğini hissettiğinde. Birgün bana demişti ki, ‘Gideceğim yere seni de götürmek mümkün olsa bunu yapardım. Benden sonra evlenmeni istemem ama hayatını istediğin şekilde sürdürebilirsin, yalnız şunu iyi bil beraber olacağın hiç kimse benim kadar sevmeyecek seni.’
Başa dönelim. Hayata toz pembe bakan bir çocukken, acıların erkeği ile tanışıyorsunuz. Nasıl oldu?
Tanışmamıza bir arkadaşım vesile oldu. Kocası filmciydi ve rahmetli ile çalışıyormuş. Biz de işte o film setine gittik. Onu ilk uzaktan gördüğümde, ‘Kim bunu artist yaptı acaba’ diye düşündüm. Ama o iki adımda yanıma yaklaştı, başını eğdi, gözlerimin içine baktı ‘Hoş geldiniz’ dedi. Galiba o anda fark ettim ne kadar sempatik ve hoş olduğunu…
En heyecanlı an! Sonra…
Sonra bir an durdu, ‘Ben dün gece sizi rüyamda gördüm’ deyiverdi.
Nasıl yani, daha önce sizi görmüş mü bir yerlerde?
Yok canım ilk defa karşılaşıyoruz… Burası önemli aslında, daha sonra anladım ki, Yılmaz’ın 6. his mi dersiniz neyse o yönü çok gelişmişti. Bazı şeyleri daha olmadan bilirdi.
Peki ilk randevu ne zaman geldi?
Hemen ertesi gün. Aynı arkadaşım telefon açtı, ‘Yılmaz Güney seni görmek istiyor, sana geliyoruz’ dedi. Baktım arkadaşımın elinde bir sarı lale ve yarısı ısırılmış bir çikolata evin kapısında. Çikolatayı Yılmaz’a ikram etmişler, laleyi de bahçenin birinden çalmış bana veriyor.
Fotoğraf: Güney Vakfı
Bunların karşılığında ne istiyor peki sizden?
Benimle baş başa görüşmek istiyormuş! Dediği gibi de oldu. Biz arkadaşımı, onun şoförünü bıraktık, atladık arabaya ve Beykoz çayırına gittik. Ben en fazla ‘herhalde filmde oynamamı isteyecek’ diye düşünüyorum. Çünkü daha önce bir reklamcı beni yolda çevirip Shell reklamında oynamamı istemişti.
Sonuçta ilk tanıdığınız biriyle çayırdasınız. Bence siz de çok cüretkarsınız.
Evet cüretkarım…
O sıradaki tipinizi tarif eder misiniz?
Gözümde pembe camlı gözlük, saçlarım belime kadar uzun ve mini bir etek! İşte Yılmaz durdu, ‘Senin için hayatın anlamı nedir, ne ifade eder’ diye sordu. ‘Bilmem hiç düşünmedim, mutlaka tahsilimi yaparım, sonra evlenirim çoluk çocuk filan’ dedim. Cümlem biter bitmez de, ‘Benimle evlenir misin’ dedi.
Ne cüret? İnsanın erkek arkadaşı olur, sevgilisi olur… Hiç sormuyor mu var mı diye?
Hayır sormuyor. Zaten karşısında o kadar saf bir kız var ki! Ayrıca erkek arkadaşı olsa ne olur? O yılmaz Güney.
Var mıydı gerçekten?
Birkaç çocuk vardı Modalı. Ama o zamanlar camdan bakışırdık filan… Biriyle daha fazla bakışırdım ben ama o kadar. Ben isyan ettim tabii, ‘İlk kez gördüğü birine nasıl evlenme teklifi eder’ diye. ‘İnsan sarrafı nedir bilir misin dedi bu sefer… Onun anlamını bile bilmiyorum, çocukluğuma bakar mısınız? Ama söylediği şu cümle çok önemliydi; ‘Beni asla başkalarından öğrenmeye çalışma. Beni ben anlatacağım sana!’
Artık nasıl anlattıysa 6 ay içinde nikah masasına oturmuşsunuz.
Aynen öyle oldu. Yılmaz zaten askerden izinli gelmişti. Kışlasına döndü. Ve bir sürü mektup yazdı bana. Bazen bir takvim yaprağına, bazen destanlar kadar uzun ama hep yazdı. Ve sadece kendini anlattı. Günah çıkarır gibi, yaşadığı her şeyi hiç saklamadan yazdı.
Peki izinli geldiğinde, bir yakınlaşma, bir el tutma, öpüşme…
Çok ufak tefek birkaç temas o kadar.
Aileniz için ‘tutuculardı’ dediniz… Allah muhafaza bir de Yılmaz Güney’le flört ettiğinizi duysalar?
Ben de onu söyledim zaten Yılmaz’a, ‘Sizinle arkadaşlık edemem, sizi tanımak için beraberlik sürdüremem’ dedim. ‘Merak etme ben her şeyin çaresini bulacağım’ dedi o da.
Bir de artık onun - lütfen yanlış anlamayın- o ‘serseri’ tarzını yadırgamıyorsunuz tabii…
Aslında ilk gördüğümde bile öyle olduğunu hiç düşünmedim. Son derece beyefendi, saygılı, çok ama çok nazik bir insandı. Ama en etkileyici tarafı bakışlarıydı. Bilirsiniz Yılmaz hüzünlü bakardı.
Çukurova topraklarında yetişenler öyle bakar derler. Peki evlilik teklifi edildi, icraata geçilmiyor!
İzinli gelişinde, ‘Bu böyle olmuyor, biz artık nişanlanalım’ dedi. Bölüğüne döndüğünde, ‘Benim artık güzel bir nişanlım var’ diye düşünmek istiyormuş! Bunun üzerine bir gün okuldan kaçtım nişanlanmak için ve aileme yakalandım.
Sizinki de ne şans?
Doğru. O zamanlar Hasan Kazankaya’nın Goldfinger diye bir gece kulübü vardı, orda tören yapacaktık. Gittik birkaç gün öncesinden Beyoğlu’ndan Franguli’den nişan yüzüklerimizi aldık.
Bir kez daha söyleyeceğim, çok cüretkarsınız. Peki ailenin nasıl haberi oldu bu izdivaç girişiminizden?
Ben etüt hocama anlatmıştım o gün nişanımızı, o da babamlara söylemiş. Tabii isyan ettiler ama akıllıca davranıp çok üstüme gelmediler. Yalnız babam Yılmaz’ın adını bile duymak istemiyordu… Ama Yılmaz dedi ki, ‘Seni istemeye gelecekler, haber ver ailene!’
Kimler geliyor erkek tarafı olarak?
Gelenler kim biliyor musunuz? Terzi Mualla ile bizi tanıştıran arkadaşımın eşi Savaş. Neyse istediler beni anneannem ve annemden. Allah’ın emri, peygamberin kavli…
Babanız beyefendi neredeler?
O kibarca yok oldu ortadan. Kadınlar var evde sadece. Bu arada ‘Yılmaz şöyle beyefendi, böyle değerli, pırlanta kalpli’ filan diye anlatıyorlar, bizimkiler de diyor ki, ‘Yılmaz bey mutlaka müstesna bir insandır ama bizim kızımızın yaşı küçük ve tahsil yapması gerekiyor!’
Diyemiyorlar tabii, ‘sizin oğlanın yaşı büyük ve ayrı dünyaların insanı bu ikisi?’
Nasıl desinler, kibarca ve akıllıca reddettiler insanları… Sonra Yılmaz’dan mektup geldi; ‘Ailenin sözünün benim için hiçbir geçerliliği yoktur, sen ne diyorsun? Bir mektup bırakıp Yılmaz’a kaçarak,aileme cevabı ben verdim
Azimet ne yana? Yani nereye kaçıyorsunuz, yurt dışı filan?
Yok canım, Levent’te bir villa kiralamış, oraya. Bir tek Boğaz'ı aşıyoruz yani. Neyse evi dayamış döşemiş, annesini getirtmiş memleketten.
Peki Yılmaz bey sizin ona kaçtığınızı görünce ne yaptı?
Birbirimize sarılıp ağlamaya başladık. Annesi de bizimle birlikte ağlıyor. ‘Annenler kim bilir nasıl üzülmüşlerdir? Hemen şimdi gidip ellerini öpüyoruz’ dedi.
Bu arada Yılmaz beyin maddi durumu iyi herhalde…
Size bir şey söyleyeyim mi, Yılmaz’ın maddi durumu hiçbir zaman iyi olmamıştır. O zamanlar film dediğiniz, para ödenmeyen senetlerle yapılırdı.
Haklısınız galiba, Altın Palmiye aldığında bile cebiniz boşmuş.
Evet çok zor günler yaşadık. Yılmaz ayakkabısının altı delikken, sadece bana ve çocuklara ayakkabı almıştı bir keresinde…
Böyle durumlarda anneler kızlarına el altından para yollarlar, sizin anneniz de yaptı mı?
Asla! Hiçbir zaman! Her zaman kan kustum, kızılcık şerbeti içtim! Her şeyi dört duvar arasında yaşadım.
Fotoğraf: Güney Vakfı
Dönelim yine o güne; Artık aynı çatı altındasınız, eh evleneceksiniz de, belki biraz daha yakınlaşmalar...
Şimdi bir şey söyleyeceğim, ertesi gün magazinin manşetlerine çıkacağız. O gece yemeğe gittik baş başa. Ben hayatımda ilk defa şarap içiyorum. Bir iki kadehten sonra eve geldik.
Eeee?
Beni annesine teslim etti, otele gidip yattı.
Ya ertesi gün?
Ertesi sabah ben uyurken gelmiş. O gün annemler aradı, ‘Madem evleneceksin, erkek evinden gelin çıkma bari’ dediler.
Bir tuzak olmasın!
Bilmiyorum ama ben teyzemde kalmaya başladım. Bu sefer Yılmaz çıkageldi, ‘Korkuyorum bunlar seni vazgeçirecekler benden, hemen evlenelim’ diye.
Akıllı adam tabii.
Annesine getirdi beni tekrar. Bu arada yıldırım nikah işlemleri sürüyor. Ama ben tutturdum, köy düğünü isterim diye…
Eh ‘Boynu bükükleri’ de okuduk ya…
Aynen oradaki gibi düğün istiyorum, üç gün üç gece. Peki dedi Yılmaz, yapalım. Ama bu mevsimde olmaz. Bunun üzerine kokteyl yaptık ve Haziran ayıydı evlendik.
Korku yok mu? Daha önce evlenmiş, çocuğu var, mazide bir sürü kadın!
Hayır. Bana her şeyini anlattığı için hiçbir zaman korkmadım.
Peki ya sizden önceki kadınlar? Kıskandınız mı onları? Mesela Nebahat Çehre?
Onu hiç kıskanmadım. Bir de o kadar çok kadın olmuş ki Yılmaz’ın hayatında… Belki bu yüzden hiç birini umursamadım.
Peki ya kızının annesi Can hanımı?
Aa, o çok dost yürekli biridir. Yılmaz Konya’da sürgündeyken tanışmışlar. Ve Yılmaz’a kol kanat germiş. Ben çok severim, hala da görüşürüz.
Diğerleri için de bu kadar sevecen misiniz peki?
Şöyle söyleyeyim. Tabii Yılmaz çok karizmatik bir adam o dönem, Yeşilçam’ın vamp kadınları arasında da çok rağbet görmeye başlıyor. Bana derdi ki, ‘Ben bu Yeşilçam alemine girdiğimde çok saf, iyi niyetli, temiz bir delikanlıydım!’
Peki kızının annesi Can hanımdan sonra bir kez daha evleniyor Yılmaz Güney!
İşte o kadınlardan bir tanesi çok akıllı davranıp ‘nikah sözü’ alıyor Yılmaz’dan. Yılmaz için söz, namus. Ama hiç yürüyecek bir ilişki gibi durmuyor. Baştan belli, çelişkiler, çatışmalar oluyor. 13 ay sürüyor. ‘Evlendiğimin ertesi gün pişman oldum’ diye anlatmıştı… Ve o nahoş olay…
Nahoş olay dediğiniz; karısını dövmesi!
Evet maalesef… Sonra da adı ‘kadın döven adama’ çıkıyor. Aslında hiç alakası yok. Ama sonrası daha kötü. Kendine yakışmayan bu davranışlarla anılmak müthiş bir vicdan azabına dönüşüyor Yılmaz’da. Artık kafası öyle karışıyor ki, aşk mı, nefret mi, pişmanlık mı?
Nebahat Çehre’yi mi kastediyoruz?
Onu ben söylemem, siz söylersiniz ancak…
Peki Fatoş Güney hiç dayak yedi mi?
Bir fiske bile yemedi, fiske yeseydim de asla beklemezdim, o anda terk ederdim onu.
Sizi hiç aldattı mı Yılmaz bey?
Hayır, asla. Hatta derdi ki, ‘Ben böyle bir şey yaparsam , aynı hakka sen de sahip olursun. Ve ben başka hiçbir kadını hayatıma sokmak istemiyorum. Senden önceki ilişkilerimin hiçbirisi, hayatımda bir değişim ve etkileşim yaratmadı. Ama sen benim serseri hayatıma son verdin.
Kocanız ne de olsa feodal kökenli bir erkekti. Gerici yanları var mıydı size karşı?
Gerici diyemem ama feodal tarafları vardı. Özellikle yurtdışı röportajlarında, ‘kendisinde bazı kalıntılar bıraktığını’ hep söylerdi. Ama bunları yok etme çabasına da ben şahidim.
Küser miydiniz hiç?
Kişisel konuların dışında tartışmalarımız olurdu. Bir gün Paris’deki evimizde, “Devrim olacak mı, olmayacak mı, ne zaman olacak” konusun bir birimize girdik. Ve ben o kadar sinirlendim ki, küstüm, konuşmuyorum…
Kendini affettirmek için bir şey yapmıştır…
İki gün sonrasında doğum günümdü, o akşam eve geldiğinde Türk bakkalına uğramış, eli kolu dolu. Mutfağa girdi, çocuklarla birlikde bir sürü yemek hazırladı. Bir de bana araba almış. Ama Arnavut inadım tutmuş ya binmedim arabaya.
Hep böyle motorlu taşıtla mı affettirmeye çalışıyor?
Yok hayır, bir keresinde eve bir kamyonet dolusu çiçek yollamıştı. İçlerinde saksıda bir mandalina ağcıda vardı, onu hiç unutmuyorum. Ne zaman mandalina kokusu duysam onu hatırlarım…
Dans eder miydi Yılmaz Güney? Ne bileyim mesela ortak şarkınız ,neydi?Ya da türkünüz mü vardı?
Evde dans etmeyi çok severdik. Şarkımız da Sympathy! Bir de saz çalıp türkü söylerdi bana; ‘Kız senin adın Fadime mi, Fatma mı, dudakların bal olmuş şeker ilen katma mı?’
Peki genç ve güzel karısını kıskanır mıydı? Ne bileyim mini etek giyebilir miydiniz?
Kıskançtı ama asla kompleksli değildi. Kendine çok güvendiğinden beni çok serbest bırakırdı. Mesela evlendik ama ben mini etek giymeye devam ettim. Hatta bir gün denize gideceğiz, ben bikini giydim tabii. Beni görünce baktı baktı, ‘Ciğerim bu iç çamaşırı mı’ diye sordu. ‘Yoo benim bikinim’ dedim, taktı koluna gittik denize.
Aslında size mesaj vermiş, ‘Çıkarsan fena olmaz’ diye ama…
Gerçekten mi? Olabilir, şimdi düşündüm de… Canım benim, ben istiyorum diye kabul etmiş demek ki. Ama kompleksiz biriydi Yılmaz.
Kompleks açısından bakmayarak soruyorum; Siz onu kıskanır mıydınız? Ne de olsa o bir Yılmaz Güney ve çevrede bir sürü güzel kadın…
Hayır ben de kesinlikle kıskanmadım. Hatta ona kur yapmak isteyen kızlar olurdu, ‘Dön bir bak Yılmaz, kız çatlayacak’ derdim. Bir de şöyle bir hoşluk var tabii, ‘Fatoş’tan önce-Fatoş’tan sonra!’ Bir milat olmak kadın için keyifli bir duygu.
Yılmaz Güney’in sizinle ilgili bir farklı bakış açısı daha var. Diyor ki; ‘Fatoş’un Beyoğlu’ndan geçtiğini bilmek bile bana, onun kirlendiği hissini verir!’ Beyoğlu-Yeşilçam onun mekanı değil mi?
Tabii onun ve dostlarının yeri ama bir o kadar da çirkin ilişkilerin, tatsız olayların, ticari tuzakların yaşandığı bir yer. Yılmaz’ın kastettiği ‘bu türden arka sokaklar!’ Ve o bu ‘kirli’ yüzü çok iyi tanıyor. Şimdi Yeşilçamlılar alınabilir bu sözüne ama satır aralarına dikkatlice ve insaflıca bakarlarsa ne demek istediğini anlar ve hak verirler mutlaka.
Fatoş hanım şimdi bize, evinizde Mahir Çayan ve arkadaşlarını sakladığınız günü anlatır mısınız?
Ben altı aylık hamileydim. Deniz Gezmiş’in asılmasını engellemek için İsrail başkonsolosu Elron’u kaçırmışlardı Mahir’ler. Konsolos ölünce de bütün yurtta aranıyorlardı. İşte o gece bize geldiler.
Üst katınızdaki dairede saklanmışlar galiba?
Hayır bizim yatak odamızın üst tarafında tavan arası gibi bir bölme vardı, orada kalmışlardı. Ellerinde büyük silahlarla filan…
Peki askerler bastı evinizi, sonra ne oldu?
Bütün evi aradılar, yatak odamızı da ama yukarı açılan kapağı görmediler işte?
Ya fark etselerdi?
Çocuklar karar almışlardı, teslim olmayacaklardı. Çatışma çıkacaktı yani.
Yılmaz beyle ilk ayrılığınız bu yüzden oldu değil mi, tutuklandı.
Evet yataklık etmekten iki yıl ceza aldı.
Sizinki nasıl bir hamilelik, aklım almıyor? Şimdi insanlar bebeklerini anne karnında Vivaldi'nin Beethoven'ın müziği ile falan büyütürken sizin çevrenizde, silahlar, gözyaşı, korku, dehşet…
Doğru söylüyorsunuz, benim bebeğim işte bu şartlarda doğdu. Ama daha kötüsü, hiç doğmayabilirdi.
Nasıl yani?
Çocuğum o gece benimle birlikte, çıkan çatışmada ölebilirdi.
Mahir Çayan’ın arkadaşları kimdi?
Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman!
O geceden sonra ne oldu?
Beni de tutukladılar tabii Yılmaz’ın arkasından. Selimiye cezaevinde tabut hücreye koydular.
Ne demek o?
Bir tabut düşünün, dikine duran. Oturduğunuzda dizleriniz karşıya değiyor
Ya işkence?
Tabutta olmak başlı başına bir işkence, daha ötesi var mı? Ama sorguda öyle bir şey yaşadım ki… O gece yatak odamızda gizlenenlerden biri Oktay Etiman demiştim ya, daha sonra benimle ilgili sorular sordular Oktay’a… ‘Evinde saklandığınız kadın bu mu?’ diye. Oktay yüzüme baktı, o kadar işkenceye rağmen ‘Hayır o değildi’ dedi ve beni serbest bıraktılar.
Peki bu Oktay Etiman sizin yıllar sonra aşk yaşadığınız Oktay bey mi?
Evet ta kendisi…
İlk kez ne zaman karşılaşmıştınız?
İlk kez bizim eve saklandıkları gün görmüştüm. Daha sonra sorguda, ‘Hayır bu kadını tanımıyorum’ dediği güne kadar da tek bir kelime konuşmamıştık. Daha sonra 1992’de Oktay’a rastladım ve yedi yıl süren bir birlikteliğimiz oldu.
Bir başka arkadaşınız da Kendal Nezan bey…
Evet o da bir dava adamı. Paris Kürt enstitüsünün kurucusu.
Oktay ve Kendal beylerin şahsında anladığım kadarıyla Yılmaz beyin özlemini bir parça gidermişsiniz. Hiç kıyaslar mıydınız?
Hiç böyle düşünmedim. Hepsi mücadele insanıydılar…
Junior Yılmaz Güney’i konuşalım mı biraz? Ortalarda görünmeden yaşıyor neredeyse.
Benim biricik oğlum o, gözümün bebeği. Onun için içim acıyor biliyor musunuz Yani o kadar çok şeyler çekti ki, öyle bedeller ödedi ki.
Babasının çalıştığı hiçbir alanda oğul Yılmaz Güney’i göremiyoruz. İsmi altında eziliyor olabilir mi?
Ezilmek değil, babasına karşı öyle büyük bir aşkı var ki, belki hakkıyla altından kalkamam duygusu.
Adını Yılmaz koydunuz oğlunuzun… Kimin fikriydi?
Fikir benden çıkmıştı ama şimdi çok pişmanım. Böyle bir yükü çocuğun omuzlarına yüklemek…
Bir de, oğul Yılmaz’ın ağzından babası ile ilgili değil bir cümle, tek kelime bile çıkmıyor. Ama bakıyoruz ekranlarda herkes Yılmaz Güney’i anlatıyor.
Bırakın anlatsınlar. Merak ediyorum, Yılmaz’la en fazla yaşayan benim, bu insanlar bu kadar anıyı ne zaman biriktirmişler?
İnanın sizin kadar biz de merak ediyoruz bunu. Toplam ne kadar sürdü ‘onun hayatına şahit olmanız?’
Paylaştığımız 16 yıl. Ama dip dibe sadece üçbuçuk yıl.
Sadece o kadarcık mı?
Çünkü Yılmaz'ın hayatını hallaç pamuğu gibi oradan oraya savurdular. O cezaevinden, oraya, o şehirden bu sürgüne… Ama ben hep yanındaydım. Her hapse girişinde yakınında ev tutardım.
Herkese miras olarak bir şey kalır, sizin oğlunuza da Yılmaz Güney’in şu ‘faili meçhul filmleri’ kaldı. 104 taneymiş galiba?
Evet Yılmaz’ın çocukları onlar. Aynı zamanda Türkiye’nin sinema tarihinin de eserleri. Ve hepsini yok ettiler.
Sizce başlarına ne gelmiştir?
Yakıldıklarını düşünüyorum. O sahne gözümün önüne geldiğinde sanki insanları toplayıp gaz odalarına atmışlar gibi bir hisse kapılıyorum. Ortadan kaldırılanlar sadece filmler değil tabii, bir dönemi yok ediyorsunuz. O paşa bu değeri yok etti işte.
Kenan Evren’e ilişkin duygularınızı merak ediyorum o zaman…
Asla affetmeyeceğim tek insan. Kenan Evren’in ve onu kullananların yatacak yerleri yok. Yılmaz ölürken ona bir mektup yazmak istemişti. Dedi ki, ‘Fatoş bir kağıt kalem al otur yanıma… Ona demek istiyorum ki, sen bir halk düşmanısın!’
Ben yine de Marmaris koylarında, nü tablolar yapan Kenan Evren hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum?
Sonuçta o bir maşaydı.
Biliyorsunuz artık çok yaşlı, ölürse hakkınızı helal edecek misiniz?
Ne münasebet! Sadece ben değil, binlerce çocuk, milyonlarca aile ferdi yaşadı aynı acıyı. Çocuklar babasız büyüdü. İşkencelerde öldüler. O paşa öteki dünyaya inanıyorsa, emin olsun kendisini orada pek hoş şeyler beklemiyor.
Yeni anayasaya madde konacak, yargılanması yönünde; Tayyip Bey'e bir teşekkür borcunuz olduğun farkında mısınız?
Ben başbakana esas Yılmaz ile ilgili bir teşekkür borçluyum; Dedi ki bir konuşmasında; ‘Yılmaz Güney’in filmlerine kulak verilseydi, Türkiye bu durumda bu şartlarda olmayabilirdi! Bence Yılmaz’la ilgili bu güne dek söylenmiş en güzel en gerçekçi laf.
Biraz da Yılmaz beyin kızı Elif’ten bahsedelim mi?
Elif’cik çok acılar çekmiş bir çocuktur. Annesi, Yılmaz’dan kopmamak, onu kaybetmemek için hamile olduğunu gizliyor önce. Çünkü öyle bir ilişkileri var. Ve maalesef anne babası birleşemiyorlar, Elif babasız doğuyor.
Kaç yaşındaydı siz evlendiğinizde?
4- 5 yaşlarındaydı. Bize gelirdi o zamanlar. Birbirimizi gerçekten sevdik. Sadece Elif değil, annesi de iyi dostumdu, sık sık telefonlaşırdık zaten. İsteklerini annesi bana söylerdi ben de Yılmaz’a.
Peki daha sonraki yıllarda?
Türkiye’den kaçışımızda da yanımızdaydı. Yaşı küçük olduğu için annesinin imzasıyla pasaport alabildik. Kızından ayrılmak istemedi tabii ama bizim yanımızda daha iyi şartlarda olacağını bildiği için katlandı. ‘Bir festivale davetli olduğumuzu’ söyleyip çıktık Türkiye’den. Bizden bir gün sonra da Elif geldi.
Peki daha cezaevinden yurtdışına kaçarken…
Türkiye’den ayrılırken bana sıkıca sarıldı, bırakmak istemiyor gibiydi. Gözlerime uzun uzun baktı, “Eğer bana bir şey olursa, bil ki hayatımda 3 tane önemli şey var; Sinema, sen ve oğlum dedi. Bakar mısınız, hayatındaki “tek kadın” olabilmiştim ama “tek rakibim” sinemayı alt edememiştim.
Sizi üzeceğim ama Yılmaz beyin son anlarını anlatır mısınız bize?
Ben kesinlikle onun öleceğini kabul etmiyordum. Fransız doktorlar ilk kez ‘çok az bir vaktinin kaldığını’ söyleyince çıldırdım, avaz avaz bağırdım, ‘Nedir bunlar Tanrı mı yani’ diye.
Vedalaşabildiniz mi?
Son üç gün komadaydı zaten ama derin uykuya dalmadan önce oğlunu görmek istedi ve ‘Fatoş çok kötü şeyler olabilir, beni bağışla’ dedi. Ben hala inanamıyorum, ‘Oğlumun üzerine yemin ederim, sana bir şey olmayacak’ dedim. Hemen komaya girdi. Fırladım Mitterand’ı aradım, o zaman cumhurbaşkanı. ‘Uçak hazır, Amerika, Rusya neresini istersen oraya yollarım ’ dedi. Ama…
Peki hangi dini kurallara göre gömüldü?
Hiçbir dini ritüele göre gömülmedi.
Mezarını Türkiye’ye getirmeyi düşünüyor musunuz?
Onun arzu ettiği demokrasi anlayışı yerleşene kadar asla!
Ölümünün ertesi günü tüm dünyaya isyan etmişsinizdir?
Mezarına gittim erkenden. Ve avazım çıktığı kadar gökyüzüne ‘Seni seviyorum Yılmaz’ diye bağırdım. Birkaç gün sonra tek başıma sokağa çıktığımda bacaklarım titriyordu. ‘Ben sensiz nasıl ayakta duracağım’ diye kendi kendime sordum bu kez.
Peki günümüze dönelim artık… Yılmaz Güney yaşıyor olsaydı, dizilerde oynar mıydı sizce? Siz bilirsiniz, diziler bir zamanların ‘fotoromanları’ olarak kabul edilirse?
Ölmeden önce zaten Fransız kanalında bir polisiye diziye başlamak üzereydi…
Eşinizin hayatını film yapsalar, günümüzden kim oynar? Kenan İmirzalıoğlu örneğin?
Hiç kimse oynayamaz. Sadece yeni, halktan birisi.
Size dizi teklifi gelse?
Politikaya girmem için de diziler için de o kadar çok teklif geliyor ki şaşırırsınız. Ama ancak kendi hayatımla ilgili bir sinema filmi olursa kabul ederim.
Şu an Nebahat Çehre gelse ne olur
Ona da kapım açık.
Muhteşem Yüzyıl’da onu gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?
Ben genelde dizi izlemem, şöyle bir geçerken bakarım.
Biraz da basın dünyasından konuşup sohbetimizi bitirelim; Ertuğrul Özkök’ün şu meşhur yazısını sormak istiyorum önce; ‘Yılmaz Güney’in Duvar filminde oynattığı köy çocuklarını dövdüğü’ gibi bir iddiası vardı. Mahkemeye vermiştiniz.
Bir yazar olarak değil de, benim oğlumla ilgili ve üstelik de kendisi baba olan birine yakıştırmadım. Bu açıdan bakıp, düşünmesini isterdim. Aslında o filmin belgeselini ona hediye göndermem gerekir. Görecek ki, sadece çocukların gözlerine bir damla limon sıkılıyor. Ve Yılmaz ayrılırken o tokat atıldığı iddia edilen çocuklar paçalarına sarılıyorlar, gitme abi diye…
Hangi köşe yazarlarını okursunuz?
Ahmet Hakan, Oral Çalışar…
Fatih Altaylı köşesinde Yılmaz Güney’le ilgili yazısında bir soru sormuştu. ‘Adam öldürene ne denir’ diye gibi.
Olsa olsa kader mahkumu denir. Gerçekten de böyle düşünüyorum; hayatta kaçınılmazlık diye bir olgu vardır. Gerçekten de halk arasında böylesine mahkum olmuş bir sürü insan var. Bu yüzden zaten kader mahkumu deniyor.
Kırgın mısınız Altaylı’ya?
Herkesi anlamaya çalışıyorum. Yazılarını da okuyorum Altaylı’nın. Hiç kimseye kızgın değilim ve yargılamıyorum.
Kenan Evren hariç!
Evet Kenan Evren ve onun dönemini asla affetmeyeceğim.