İzzet Çapa bu hafta Fadik Sevin Atasoy ile röportaj gerçekleşti. İşte Kelebek'te yayınlanan o röportaj...
İnsan kıyıyı gözden kaybetmeyi riske edemiyorsa yeni okyanusları keşfedemezmiş. Fadik kız da kırmızı bavulu elinde, şanı şöhreti bir yana bırakmış, gönlünün aktığı yerdeki yeni okyanusları keşfediyor yıllardır. Atasoy’un evi artık o meşhur bavulunun içinde. Belki de o bavul, Fadik’in iç dünyası...
İçinden kendisine yabancı hissettiklerini atıp sadece ona ait olanlarla devam ediyor seyahatine. Hayatında her gün yeni bir sayfa açmaya devam eden Fadik kız şimdi de yeni bir kitap çıkarıyor. Adı tabii ki “Kırmızı Bavul”... Onunla sohbete başlayınca yaşamın gerçek keyfinin; varacağı durak değil yolculuğun ta kendisi olduğunun farkına varıyorsunuz. Haydi siz de katılın bize.
* Gel hayatının “romanıyla” başlayalım muhabbete. İlk sayfayı çeviriyorum... Fadik dünyaya gözlerini açıyor... - Annem bana hamileyken, babam Devlet Tiyatrosu’nda “Fadik Kız” oyununu sahneliyormuş. Gala gecesinde babam sahnedeyken kulağına doğduğumu fısıldamışlar. O da bunu duyar duymaz “Kızımın adını Fadik koysunlar” demiş.
* “Kanlı Nigar”ı sahnelese adın Nigar olacaktı herhalde. - (Gülüyor) Vallahi olabilirdi.
* Rahmetli baban Sönmez Atasoy, Devlet Tiyatrosu’nun önemli isimlerinden biriydi ama biraz da deli dolu bir adammış anlaşılan. - Öğrencilerinin çok korktuğu bir hocaydı ama bütün muzırlığını bana gösterirdi. En büyük şansım tiyatroda büyümek oldu. Düşünsene bebekken altımı piyanonun üzerinde değiştirirlermiş. Sandalyeleri yan yana koyup, çok zaman üstüme tiyatro kostümlerini örterek uyuduğumu hatırlıyorum.
* Hiç de o kadar özenilecek bir durummuş gibi gelmiyor kulağa... - Aslında trajikomik olaylar da gelmedi değil başıma. Mesela küçükken orta kulak iltihabı geçirmiştim. Anadolu’ya turneye çıktığımızda iltihap nüksetti, akan kanları durdurmak için kulağıma Shakespeare kostümlerini bastırmışlardı. Anlayacağın doktor yoktu ama pansumanı Shakespeare yapıyordu (gülüyor).
* Derken üstüne örttüğün kostümleri giymeye başladın. - Gerçekten de benim için tam bir masal ülkesiydi tiyatro. Hayatın gerçekleri bunaltıyordu beni. Hep eğlence dünyasının bir parçası olmayı düşlemiştim.
* Ancak ister istemez perde kapanınca gerçeklerle yüzleşiyor insan. - Evet ama seçimim mutluluktan yana. Babamı kaybettikten sonra kolu kanadı kırık bir kız oldum. Komadayken yedi gün boyunca başında şiirler okudum, şarkılar söyledim. Çok acı bir dönemdi ama yine de ne mutlu ki son anlarında hep babamın yanındaydım.
* Fadik’in oynamaktan bıkmadığı tek rol Pollyanna mı? - Neden öyle düşünüyorsun? Babasına veda bile edemeyen insanlar varken, ben onu son yolculuğuna elini tutarak uğurladım. Mutluluk bir seçenek ve mutlu olmayı seçiyorum.
* Kadere isyan ettiğin zamanlar olmuyor mu hiç? - İnan etmedim, etmem de! Tüm bunlar benim zenginliğim. Sakın unutma dünyadaki en kıymetli mücevher yüreğindir, çünkü hikayen orada gizlidir.
* Hayatla sürekli gülerek yüzleşmeye çalışman, bir parça “deli” olduğunun göstergesi olmasın? - Birisi bisikletten düşer “Ay dizim acıdı”, diğeri “İyi ki düştüm de karşıdan gelen arabanın altında kalmadım” der. Ben, araba beni ezmedi diye sevinenlerdenim.
* Bu daimi mutluluğun bir reçetesi var mı? - Amerika’da üç sene terapi eğitimi aldım. Hastaları tedavi ederken, onlar da adeta beni tedavi ediyorlardı. Acının da, kederin de yöntemlerini biliyorum. Onun için temiz bir zihinle yaşamaya çalışıyorum.
* Hep mi doğru seçimler yapıyorsun? Fadik’in yok mu hiç pişmanlıkları? - İnsan yapamadığı şeylerden pişmanlık duyar. Benim isteyip de yapamadığım bir şey olmadı, tek pişmanlığım sigara tiryakisi olmam.
* Aşk var mı aşk, bu mutluluğun perde arkasında? - Mitolojide Platon’a göre insan doğduğunda dört kollu, dört bacaklı, iki kafalıymış; sonra kılıçla ikiye bölünmüş: Bu yüzden de hep o ruh eşini arar dururmuş.
* Bırak şimdi Antik Yunan hikayelerini de, o ruh eşini bulabildin mi onu söyle. - Evet, buldum. Tanıştık, sık sık karşılaşıyoruz. Ama hâlâ sevgili değiliz (gülüyor).
* Bu satırları okuyunca mesajı alır belki de “enişte bey”? - Okur okumasına da Türkçe bilmediği için tercümanının çevirmesi gerekir.
* Bugüne kadar aşkı kariyerin için ertelemiş olabilir misin? - Aşk, insanın kendine giden yolda tatlı bir bahanedir, hiçbir formülü yok aslında. İnsan hissettiğini yaşamalı. Çünkü nereye gidersen git, yolun sonunda yine sen varsın.
* Sürekli “tak kırmızı bavulu koluna, gez dünyayı” halindesin. Nedir sendeki bu göçmen durumları?
- Yola ilk çıkışımdan başlayalım istersen. Cihangir’de sevdiğim, manzaralı güzel bir evim vardı, iki dizide birden oynuyordum ve kariyerimin en üst noktasındaydım. Ama kendimi tekrarladığımı ve çürümeye başladığımı hissettim. İçimdeki denizin suları tükenmeye başladı anlayacağın. İşte o an bir kırılma noktası yaşadım.
* Ve Fadik tası tarağı toplar... - Aynı gün karar verip menajerimi aradım, “Ben gidiyorum” dedim. O dönem Berlin’de göçmen kadınlar için faaliyet gösteren bir vakfın varlığını duymuştum.
Aradım vakfı ve sadece konaklama masraflarım karşılığında oradaki kadınlara eğitim vermek istediğimi söyledim. Buradaki bütün eşyalarımı çocuk esirgeme yurduna bağışladıktan sonra, arkadaşlarıma bir veda partisi düzenleyip yollara düştüm.
* Gidişin muhteşem olmuş, bakalım dönüşün nasıl olacak? - Maksat şanım yürüsün İzzet (gülüyor).
* Neydi peki kontağını attıran? - Kendimle baş başa kalmak istediğimi fark ettim.
* Acaba “moda olmadan” önce tükenmişlik sendromu mu yaşıyordun? - Tam tersi. Tükenmiş olsam böyle bir karar veremezdim. Hayata karşı bu kadar garantici olmak beni ürkütmeye başlamıştı. Türkiye’de şöhretim ve gücüm vardı. Burada tanındığım için bütün kapılar açılıyordu ama kimsenin beni tanımadığı bir yerde değerimin ne olduğunu anlamak istedim. Kendimi sıfırlamaya karar vermiştim.
* Ya sonuç elde var sıfır olsaydı? - Fark etmezdi. Prangaları kırmıştım bir kere ve kendimi çok özgür hissediyordum. Berlin’den sonra New York’ta “Keşanlı Ali Destanı”nı Yavuz Bingöl’le oynamak için teklif aldım. Ardından Los Angeles’ta Penelope Cruz’un hocasıyla üç ay çalıştım ve film çekimleri için Bodrum’a geldim.
* Her şehirde bir vakıf mı buluyordun seni “ağırlayacak”? - (Gülüyor) Evim bavulumdu. Derken İtalya’da bir festivali sunmam için teklif gelince Roma’ya geçtim. Sonra da keyfim için İskoçya’ya gittim.
* Maşallah tuzun kuruymuş... - Sadece bir sonraki durağa beni götürecek kadar param olur. Gittiğim yerlerde de her zaman çalışırım. New York’ta Broadway’de oynadım, Bodrum’da “Mavi Pansiyon” filmini çektim, Roma’da film festivalini sundum. İş neredeyse oraya gidiyorum. Eskiden Mardin’e, Diyarbakır’a giderdim, şimdi uluslararası yerlerde iş yapıyorum.
* Arkadaşların arasında sana “Açaydım kollarımı, gitme diyeydim” diye bağıranlar olmadı mı? - Gitme diyenler de oldu, “Yürü be aslanım Fadik” diyenler de. İyi ki gitmişim, çok da iyi yapmışım.
* Gelelim meşhur kırmızı bavuluna. Nasıl kitap oldu, neler gizli sayfalarında? - İlhamımı yolculuklarımdan aldım. Kitabın gerçekle hayalin iç içe geçtiği bir kurgusu var. Sadece bavulumun konuştukları gerçek, onun dışında her şey hayal ürünü (gülüyor).
* Modern zamanların Nasreddin Hoca’sı olma yolunda mı ilerliyorsun? - Keşke Nasreddin Hoca mertebesine erişebilsem. Babam onun hikayelerini hep anlatırdı. Kitabı da zaten babamın “uzaklarına” adadım. Onun beni “Topkapı Sarayı’nda Kaşıkçı Elması’nı çalıyoruz” diye kandırdığı bir hikayeyle başlıyor kitap. Hep soruyorsun ya nasıl bu kadar mutlu olabilirsin diye. İşte sebebini bu kitapta anlatıyorum.
* Filmi de çekilir mi dersin “Kırmızı Bavul”un? - Ooo haklarını Mine Vargı’ya verdim bile. * Ne hayallerinden vazgeçiyorsun ne de ticaretten maşallah.
- Neden vazgeçeyim ki? Ben üreticiyim, ürettiğimin hakkını da isterim. Bu saatten sonra bir mutfakta aşçı olmak yerine restoran sahibi olup kendi yemeğimi pişireceğim.
* Bir son durağı olacak mı Fadik ve kırmızı bavulunun? - Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından sinema elçisi olarak görevlendirildikten sonra yerleştiğim Los Angeles son durağım gibi görünüyor. Artık orada yaşıyorum.
* Söylerken pek havalı da icraatı nedir bir sinema elçisinin? - Sinema konusunda Türkiye ve Amerika arasında yapılması gereken çalışmalar hakkında bir rapor hazırladım ve bakanlığımıza sundum. Zaten altı aylık bir süreçti ve bitti.
* Peki altı aydan sonra kalmak için ne yaptın? Amerikan bir koca buldum deme sakın bana! - Yok artık daha neler! Türk olmaktan gurur duyuyorum, Amerikan vatandaşı olmak gibi bir niyetim de yok ama Green Card aldım.
* Dedikleri gibi macera dolu mu Amerika’da yaşamak? - Sanıldığı kadar özgür bir ülke olmadığı kesin. Mesela evimin içinde bile sigara içmem yasak. Hatta kontrata “Sigara içildiği takdirde beni atma hakkına sahipsiniz” diye madde koyuyorlar. Ben de Zihni Sinir formülleri buluyorum mecburen.
* “Bir Türk’ün Amerikan kanunlarıyla imtihanı”... - Böyle konularda Türklüğüm hemen devreye giriyor (gülüyor). Yazı yazdığım akşamlardan birinde çok fazla sigara içtim. Sokak kapısının altını da havluyla kapatmayı unutmuşum. Duman alarmı çalmaya başlayınca bütün apartman yangın var diye aşağıya indi (gülüyor).
* Millet üstüne yürümüştür herhalde... - Sorma ya (gülüyor). 1930’larda Marlene Dietrich ve Frank Sinatra’nın falan kaldığı Beacher Club diye bir otelmiş eskiden bizim apartman. Bir yangın sonucu kül olmuş, ardından yeniden inşa etmişler. Derken depremde bir daha yıkılmış ve bugünkü halini almış. Az kalsın ben de tekrar yakacaktım.
* Senin gibi mutluluğu seçen birinin; devamlı melankolik takılan insanların ağızlarına terlikle vurası gelmiyor mu? - Hayır, çünkü bazı insanlar dramlardan beslenebilir, yaratıcılık için zaman zaman trajediler de gerekebilir. Ama ben renklerden ve neşeden besleniyorum. Dramatik bir çizgiye girersem üretemem. Benim hayat suyum umut.
* Ne zaman yukarılara tırmansan ego denen köpek tarafından takip edildiğini hissediyor musun? Bu soruyu Nietzsche’den arakladım farkındaysan. - Farkındayım, farkındayım (gülüyor). Herkesin bir egosu var. Ben onu kontrol altına almayı biliyorum, kendisiyle güzel bir ilişkimiz var. Egom beni dinliyor, ben onu değil.
* Kaç Fadik var bavulunda? - Değişkenlik oyunculukta vardır. Ben konseptlerimle yaşarım. Mesela “Kırmızı Bavul” da, bu hayatı seçmem de hepsi birer konsept. Hayallerin gerçekleşmesinden öte, bitmemesi önemli benim için.
* Peki senin er meydanın hangisi; sinema, tiyatro, yazarlık? - Tabii ki tiyatro ama şu anda Fadik’in oyuncu yanı bekliyor. Çünkü yazarlıktan çok keyif aldım, şimdi de bir oyun yazmaya hazırlanıyorum.
* Ne olacak senin bu “sosyal medya kelebeği” halin? - Büyük bir özgürlük getiriyor sosyal medya. Bir anda bütün dünya ile bütünleşebiliyorsun.
* Bu gidişle bavulu alıp Silikon Vadisi’ne de yerleşirsin. - Bir bağlantı buldum bile, gidip yerleşmeyi düşünüyorum. Çok merak ediyorum bu insanlar nasıl düşünüyor, nasıl yaratıyorlar diye. En azından bir hafta kampa alsalar beni hiç fena olmaz.
Seni almayacaklar da kimi alacaklar... Ne de olsa Twitter’ın kurucusu Jack Dorsey’in kankasısın... - Jack’le bir Oscar partisinde tanıştık. Twitter’da çok önce takip etmeye başlamış beni ama neden takip ettiğini o da bilmiyor (gülüyor). Partide biraz lafladık. “Cumhurbaşkanınızla da tanıştım ve çok sevdim, çok zeki biri!” dedi.
* Oyuncu olduğunu biliyordu herhalde. - Onu biliyor canım. Zaten ortak bir projede yer alacaktık ama olmadı. Herhalde o dönemde takibe başladı.
* Türkiye hakkında bir fikri var mı Jack’in? - Olmaz mı? Türkiye’nin sosyal medya alanında gerçekten büyük bir potansiyel taşıdığını düşünüyor.
* Delilerle baş ederken aklı başında gibi davranmak gerekirmiş. Sana böyle davranan psikiyatrın oldu mu hiç? - (Gülüyor) Ben kendim terapistim zaten. İlaçlı psikolojik tedavilere karşıyım ama herkesin de terapiye ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki Türkiye’de psikoloğa gidene genellikle deli gözüyle bakılıyor.
* Pek çok dizi teklifini reddediyorsun ama gelecek için maddi korkuların yok mu? - Hiçbir zaman büyük paralarda gözüm olmadı. Geçinecek kadar kazanıyorum hep. Bu arada özel röportajlar da yapıyorum. Mesela Julianne Moore ile bir söyleşi yaptım, sonra kadın Türkiye’nin yüzü oldu. Gidip komisyon alacağım valla (gülüyor).
* Julianne Moore doğru seçim mi sence? - Hem bence hem de yabancılar için doğru seçim. Buraya gelen turistler açısından önemli. Aynı zamanda dört kere Oscar’a aday olmuş, İstanbul’u seven biri. Yani inandırıcılık açısından yurtdışı pazarı için doğru bir tercih olduğunu düşünüyorum.
* Bir ülkenin yüzünün ünlü bir sanatçı olması, insanların “Çok elit bir kadın, koş oraya gidelim” demesi için yeterli mi? - Güven veren, sevilen herhangi biri, örneğin bir futbolcu da olabilirdi. Önemli olan güvenilirliği.
* Ama ille de ünlü biri olması gerekir diyorsun? - Tüketici açısından ünlülerin, ürün konumlandırmadaki yeri tartışılmaz bir gerçek. Bu olaya Türkiye’den değil de Amerika’da yaşayan bir turistin gözünden bakarsan, Julianne çok isabetli bir seçim. Çünkü yurtdışında onu herkes tanıyor.
* Ama ondan çok daha ünlü ve etkili isimler de var. - Tabii ki daha popüler birini bulabilirlerdi ama en ufak bir skandal bile yaratmak istediğin imajı yerle bir eder. Bu kadın evli, çocukları var, aile hayatı düzgün, İskoç köklerine bağlı ve sinema kariyeri çok başarılı. Daha ne olsun?
* Duyan da Julianne’ın kankası sanır seni. - Yok ama röportaj sırasında birlikte yaklaşık bir saat geçirdik. Çok sevdim kadını; dürüst ve mütevazı.
* “Yurtdışına açılmak gibi bir planım hiç olmadı, sanılanın aksine ben mutluyum ülkemde” demişsin eski bir röportajında ama bulduğun ilk fırsatta tüydün. - Galiba karmamla ilgili bir durum. O süreçte inanılmayacak şeyler oldu. UCLA’de yazarlık dersi alırken yanımdaki Japon kıza kimsenin ders notu vermediğini fark ettim.
* İyilik meleği Fadik işbaşında... - Bunun iyilikle ilgisi yok. Kıza notları verdim, sonra tanıştık, kartlarımızı verdik birbirimize. Onunkinde Sony yazıyordu. Kitap yazmaya öyle bir dalıp gitmişim ki, o günden sonra unuttum kızı.
* Ne oldu da hatırladın yine kendisini? - Aradan iki sene geçti ve Julianne Moore röportajı için Sony’ye gittik. Karşımdaki kadın yöneticiye Türkiye’nin sinema elçisi olduğumu ama kitap da yazdığımı söyledim. Birden durakladı ve “Siz iki sene önce UCLA’de yazarlık dersine gittiniz değil mi” diye sordu.
* Tam Türk filmi gibi... - Sorma, nasıl şaşırdığımı anlatamam, çünkü o yardım ettiğim Japon kız, görüştüğümüz yöneticinin asistanıymış. Kadın “Vanessa sizi o kadar övdü ki, aklıma kazındınız, yarın giriyorsunuz Julianne ile röportaja” deyince kaderin örgüsüne bir kez daha inandım.
* Ne ekersen onu biçiyorsun işte. - Kesinlikle. Yaşadığım ikinci sihirli olay, Los Angeles’taki şirketimi kurmama sebep olan Merv Adelson ile tanışmamdır. Hatta kitabımın son bölümde ondan ilham alarak yarattığım bir karakter de var. Adelson, “Dallas”ın ve “Flamingo Yolu”nun yapımcısı, Warner Bros’un kurucularından ve “Being There”in yaratıcısı. Müthiş bir adam. Benim akıl hocam diyebilirim.
* Bu ne hayranlık... - Ee nasıl olunmaz ki! 90 yaşında çok babacan biri. Üstelik Barbara Walters’ın eski kocası, 50 yaşında da bir kızı var, kısaca bir aile gibiyiz.
* Bu aile bağlarının tohumu nasıl atıldı? - Apartmanın önünde yaşlı bir adamı köpeğiyle dolaşırken gördüm ve “Merhaba, nasılsın” dedim; muhabbetimiz böyle başladı. Laf arasında “Doktorlar bana kahveyi yasakladı, bir tek Türk kahvesi içebiliyorum” demez mi!
* İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş. - Hemen “Ben size Türk kahvesi yapayım” dedim. Meğer benim oturduğum binada yaşıyormuş.
* Kim olduğunu biliyor muydun? - Yok canım. Eve davet ettim, kahvelerimizi içerken oyuncu olduğumu söyledim. Bunun üzerine adımı internette aradı; “Ülkende şöhretsin, iyi oyuncusun galiba. İstersen sana referans olurum” dedi. Ben de içimden “Sen bana referans olsan ne olacak ki, alt tarafı komşumsun” diye geçiriyordum.
* Aç tavuk buğday ambarına girmiş ama farkında değil. Hemen Google’lasaydın adamı.
- Hemen Google’ladım zaten... Yazılanları okuyunca elim ayağıma dolaştı “Siz zaten endüstriyi kurmuşsunuz” dedim. Akşam beni kızı Elly ile tanıştırdı; böylece ailece görüşmeye başladık. “Biliyor musun bana en son Türk kahvesini Ahmet Ertegün yapmıştı” dedi ve o günden sonra akıl hocam oldu. Beni çok önemli insanlarla tanıştırdı. “Artık fazla yaşamam, her an gidebilirim. Son başarım sen olacaksın” diyor hep.
* İkinci bir baba kazandın yani. - Evet, her gün konuşuyoruz. Arayıp kitabın durumunu soruyor. İlgisini eksik etmiyor.
* Seni her an bir Warner Bros filminde görebiliriz o zaman... - Öyle bir isteğim yok. Şu an bana heyecan veren şey, birilerinin projesinde oynamak değil. Yoksa samimi söylüyorum iyi teklifler geldi.
* Dünya medyasının gündemindesin, bizim paparazzilerle aran nasıl? - Biz olmasak onlar, onlar olmasa biz olamazdık, karşılıklı bir ilişkimiz var. Bir restorana gittiğimde, medya kapıda bekliyor ve daha fazla beklemesinler diye yemeğin yarısında kalkıp “Haydi çekin çocuklar da evinize erken gidin” dediğimi bilirim. Onların da ailesi var, evlerine ekmek yetiştiriyorlar.
* Peki aynı anlayışı onlar sana gösteriyor mu? - Tabii. Yabancı bir erkek arkadaşım vardı ve tüm basın biliyordu. “Yazmayın olur mu?” diye rica ettim ve yazmadılar biliyor musun... Bu, kurduğun ilişkiye bağlı.