İzzet Çapa'nın bu haftaki röportaj konuğu Elif Şafak. İşte Çapa'nın Kelebek'te yayınlanan o röportajı...
Politikadan özel yaşamına kadar her daldan, uzun uzun konuştuk Elif Şafak’la... Neden annesinin ismini soyadı olarak kullandığından tutun da, yıllar sonra tanıştığı kardeşlerine, gazeteci eşi Eyüp Can’a kadar sorduğum her soruya içtenlikle cevap verdi Şafak. Laf lafı öylesine açtı, mevzular öylesine derinleşti ki, söyleşiyi ikiye bölmek zorunda kaldım. Umarım siz de seversiniz... Unutmayın arkası yarın...
* Kelimelere “hükmeden” bu kadın kendi öyküsünü anlatsa nereden başlardı? - Bir hikaye anlatıcısı olarak, kendi hikayemi anlatmak en zoru olabilir. Sanırım en başa dönerdim. Babam doktora yapmak için Strasbourg’a gidiyor, annem de üniversiteyi bırakıp peşinden... Henüz çok gençler. Ben de bu aşk evliliğinin mahsülü olarak orada doğuyorum.
* Ve gün geliyor aşk da evlilik de bitiyor... - Kim bilir belki de birbirlerinde aradıklarını bulamadılar. Ayrılmaya karar veriyorlar, resmen boşanmaları seneler sürüyor. Ben de dul bir annenin yetiştirdiği tek çocuk olarak, hayatıma devam etmek üzere Türkiye’ye dönüyorum.
* Bir çocuk için zor günler başlıyor... - Evet zor bir çocukluktu. Sonuçta 70’li yılların Ankara’sından bahsediyorum. Annem yeniden üniversitede öğrenci oluyor, ne para var ne pul tabii. Annemle benim durumum o günlerde pek de alışılagelmiş değildi. İçinde yaşadığımız ataerkil çevrenin dul bir kadın olarak anneme bakışına şahit olmak etkiledi beni. Anlayacağın gerek toplumsal, gerekse kültürel bölünmelerle ilk o günlerde tanıştım.
* Sadece annenle ikiniz miydiniz? - Bir de anneannem vardı. O ve annem sayesinde kadınlığın iki ayrı halini görerek büyüdüm. Annem ne kadar eğitimli, modern, laik, batılılaşmış bir Türk kadınıysa; anneannem de bir o kadar ruhani ama daha az eğitimli ve daha az akılcıydı. Kahve telvelerinden geleceği okuyan, nazarı kurşun dökerek kovan bir kadından bahsediyorum. Severim kadınların hurafeler dünyasını. Küçümsemem asla...
* Nevi şahsına münhasır, zaman ötesi bir anneanne... - Kesinlikle. Kimin yüzünde sivilce veya ellerinde siğil çıksa hemen anneannemin kapısını çalardı.
O da gelenleri karşısına alıp, Arapça kelimeler mırıldandıktan sonra kaybolmasını istediği siğil sayısı kadar gül dikenini kırmızı bir elmaya saplardı. Son olarak da bu dikenlerin etrafına siyah mürekkeple çember çizerdi. İnan, 1-2 hafta sonra tekrar ziyarete gelip de, anneannemin tedavisinden mutsuz ayrılan tek kişiye rastlamadım.
* Küçük Elif’in harikalar dünyası! - Durumu tam anlamıyla kavrayamadığım için olup bitenler inanılmaz gizemli geliyordu bana. Bir gün anneanneme yaptıklarının duaların gücüyle alakalı olup olmadığını sorduğumda “Dua etmek etkilidir ama çemberin gücüne de dikkat etmelisin” cevabını aldım. O cevap kendisinin bana öğrettiği onca kıymetli dersten biriydi.
* “Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın”... Peki baba tarafından görüştüğün kimse yok muydu?
- Yoktu. Baba tarafından tamamen kopuk büyüdüm. Bir-iki kez babaannemi, bir-iki kez de babamı gördüm. Hepsi o kadar... Babaannem ve anneannem tam anlamıyla zıt kutuplardı. Adeta biri “Celal Tanrı”, diğeri ise “Cemal Tanrı”ydı. Hayat görüşlerine, enerjilerine, hatta Allah anlayışlarına yansıyan farklılıkların bende çok izi vardır.
Niye bir türlü yüzün gülmüyor? Nedir bu tüm fotoğraflarına yansıyan hüzün?
- Benim için üzülme İzzet (gülüyor). Gerçek hayatta somurtkan biri değilim ki... Fotoğraflarda öyle. Yazardan çok yazının konuşulması gerektiğine inanıyorum. Koyu renkler giyip, kendimi kapatmam bu yüzden belki. Türkiye ataerkil, seksist bir toplum. Sanatı bunlardan ayrı tutmaya çalışıyorum. İkincisi de fotoğraf çektirmeyi hiç sevmem.
* Bir de yazarların devasa egoları olduğunu söylerler... - Bu düşüncende kesinlikle haklısın. Özellikle romancıların egoları çok şişkindir. Çünkü yarattığımız karakterleri istersek öldürüp, istersek yaşatabiliyoruz ve kendimizi Tanrı zannediyoruz. Bu öyle benmerkezci bir iş ki; takım çalışması nedir bilmiyoruz.
* Bu sendromdan sadece yazarlar mı muzdarip? - Başkalarında da var tabii ama bizde dorukta. Romancılık hariç sanatın her alanı insana egosunu dengelemeyi öğretir. Bu yüzden romancıların birbirlerini sevmemeleri, çamur atmaları, arkadan konuşmaları tesadüf değil.
* Seven olduğu kadar bir o kadar da nefret eden var senden. Bu ne yaman çelişki? - Bu bana özgü bir durum değil. Türkiye’de “Ya hayranım, ya nefret ediyorum” algısı var. Oysa bir insanın her şeyini sevmek gerekmiyor. Sevmediğiniz yanlarım olabilir.
Bazen sevmek, bazen de sevmemek bana daha sağlıklı geliyor. Ayrıca bunların hiç önemi yok. Aslolan kitaplar, edebiyat, sanat, ürettiklerimiz... Her şeyi şahsileştirmek zorunda değiliz.
* Çok açık soruyorum; Mevlana üzerinden rant sağladığını düşünüyor musun? - Kusura bakma ama ben böyle bir eleştiriyi saygısızlık olarak görüyorum. Sevdiğim, kıymet verdiğim konularda roman yazıyorum.
Benim zihnimi, gönlümü kimse bilemez ki, niyetimi bilsin. “Kitabın şurası yanlış, şu karakter olmamış” derlerse başımın üstünde yeri var ama bazıları çıkıp da “Mevlana’yı yazdı çünkü onu kullanmak istiyor” dediğinde bu haksızlık.
Tasavvufun kapısını ne zaman çaldın? - Ben üniversite yıllarımdan beri bu konularla ilgileniyorum. Tasavvufla ilgilenmeye başladığımda beni önce Şems çekti. Hayatımda birçok şeyin kapısını o açtı. Tezimi bu konuda yazdım.
İlk romanım “Pinhan” tamamen tasavvuftan beslenir. Bu benim ruhumda taşdığım bir damar. Hiçbir zaman bu konuda ukalalık etmedim, büyüklük taslamadım. Sadece gönülden seviyorum, o kadar.
* “Pinhan”la Mevlana Büyük Ödülü almasaydın, Mevlevilik hakkında yazmaya devam eder miydin? - Ne alakası var? Ödül almak, çok satmak, çok okunmak... Bunlar bir romanın sonucu olabilir ama sebebi değil. İçimde bir karşılığı olmasa, “Aşk”ı yazamazdım.
Tıpkı diğer romanlarımı yazamayacağım gibi. Tarihimizi yazınca hemen “vay oryantalist!” diyorlar, tasavvuf yazınca “vay Mevleviliği sömürdü” diyorlar, kadınlar hakkında yazınca “vay ticari” diyorlar. Bunun sonu yok. Kutuplarda yaşayan bir Eskimo hakkında yazacağım bunlar rahat etsin diye! Ben de bu toprakların çocuğuyum, bu temalar benim genetiğimde var.
Biraz da tarihimizden dem vurayım diyerek mi “Ustam ve Ben”de yüzünü Osmanlı’ya çevirdin? - “Ustam ve Ben” rengarenk, enerjisi yüksek bir roman. Burada bambaşka bir Osmanlı var. Ne parlatılmış, cilalanmış; ne kötülenmiş, aşağılanmış bir Osmanlı. Maalesef biz birbirini çok dışlayan bir toplumuz. Romanı yazarken dışlanmışların sesine kulak vermek istedim.
Gelelim az önce bahsettiğin kültürel ve toplumsal bölünmelere... - Basit ama önemli bir nokta var. Ben ailesiz büyüdüm. Ataerkil bir yapı içinde yetişmedim. Herkesin babası, annesi, ailesi, kardeşleri, kuzenlerinin olduğu kapalı bir mahalle ortamında kendimi hep kenarda ve dışarıda hissettim. Belki de bu yüzdendir az olana, azınlık olana gönlümün hemen meyil edip akması.
Hep bir “öteki” olarak kaldın yani. - Kendimi pek çok noktada “öteki” gibi hissetim. Hep gözlemciydim, hep ayrıksı, dışarıda. Sonra o kapalı mahalle ortamından çıkıp pat diye Madrid’de buldum kendimi. Tek kelime İspanyolca ya da İngilizce bilmiyorum.
Yabancıyım. Okulda yalnızım, evde yalnızım, çünkü annem geç saatlere kadar çalışıyor. Allah’tan kitaplar var. Annemin diplomat olarak görev yapmaya başlaması ve İspanya’ya gitmemizle bambaşka boyutta bir ötekileştirmeye maruz kaldım. Bunları şimdi konuşmak kolay ama 10 yaşında yaşayınca daha zor her şey.
Yalnızlığa bir de gurbet eklendi desene... - Resmin içindeki bir güve yeniği gibi hissettim kendimi. Madrid’de uluslararası bir okulda okuyan tek Türk olarak ilk kez burada “temsili yabancı” adını verdiğim kavramla karşılaşmış oldum. Sınıfımda her ulustan öğrenci vardı. Minyatür bir Birleşmiş Milletler gibiydik. Bir din ya da ulus hakkında olumsuz olarak algılanan bir haber duyulana dek ortam eğlenceliydi.
Ne gibi haberler? - Askeri darbe, bir Türk tetikçinin Papa’yı vurması ve Eurovision Şarkı Yarışması’nda sıfır puan almamız gibi (gülüyor). Seyretmemiş olmama rağmen “Geceyarısı Ekspresi” filmi hakkında sorulara maruz kalıyordum.
Etrafımdaki insanlar 12 Eylül’ü savunuyordu; Kürtlere, Ermenilere, solculara karşı çok önyargılıydı. Hep bir “beğenmesek de devletimizi savunuruz refleksi” içindedir diplomatlar. Ben bunları gördüm, gözlemledim.
Peki Madrid’de hiç arkadaşın olmadı mı? - Hayır, içine kapanık bir çocuktum. Evde sürekli hayali arkadaşlarıma hikayeler anlatır dururdum. Şimdi düşünüyorum da belki de annemin akıl sağlığımla ilgili hafif endişeleri vardı (gülüyor). Bir gün elinde turkuvaz bir defterle yanıma geldi ve bana günlük tutmak isteyip istemeyeceğimi sordu.
Senin yaşadıklarını çocukların yaşamasın diye boşanmaktan korkuyor olabilir misin? - Yoo tam tersine. Benim boşanmaya karşı hiçbir önyargım yok. Evlilik ne kadar doğal ise boşanmak da o kadar doğal. Ama iki insan arasında ne geçerse geçsin, çocukların ayrı bireyler olarak muamele görmesi gerektiğine inanıyorum. Boşanan insanlar kendi eski hesaplarını çocuklara yansıtmamalı. İşin doğrusu evliliğe hayran biri değilim.
Eşin Eyüp Can’ın evliliğe bakışı nasıl? - Bizimki farklı bir evlilik modeli. Ev-lilikten ziyade göçebe-lik. Aşka inanan ama evliliğin boğuculuğundan hoşlanmayan iki bambaşka karakterli insanın kurduğu bir model. O da benim gibi bireyselliğine, özgürlüğüne düşkün ve evlilik kurumundan pek hazzeden biri değil.
Gerçekten iyi anlaşıyor musunuz yoksa evdeki mutluluk hikaye mi? - Zaten o yüzden iyi anlaşıyoruz, yoksa çok zorlanırdık, şimdiye 20 kere boşanmıştık. Ben kadın-erkek herkesin kendine has ayrı bir dünyası olması gerektiğine inanıyorum. Yapışık ikizler gibi haftada 7 gün beraber çiftlere hayranım ama bana göre değil.
“Kendim gibi bir adam buldum, kaçırmayayım” diye mi ışık hızıyla evlendiniz? - Evet, o da evlilikten uzun süre uzak durmuş. Türkiye standartlarına göre evde kalmıştım ama anneannemin duaları sayesinde evlenmeyi başardım (gülüyor).
En sadık okuyucun eşin mi? - Yo, Eyüp’ten daha sadık okurlarım var. Ama Eyüp de çok zor bir okur. En sevdiği romanım “Mahrem”dir. Beğenmediğinde kıyasıya eleştirir ama her yazdığımı da okur.
İkiniz de yazarsınız, ancak sen daha popülersin. Kıskanıyor mudur seni? - Bir kez bile kıskançlığına rastlamadım. Tuhaf bir adam bu. Zaman zaman Eyüp’ün uzaylı olduğunu düşünüyorum, çünkü onun gibi çok az kişiye rastladım. Maalesef okumuş yazmış kesimde bile erkekler kadının başarılı olmasını istemiyor. Tam tersi Eyüp bana hep destek oldu ve önümü açtı.
Şems’in pergel benzetmesinden yola çıkarsak, Eyüp pergelin sabit ayağı, sen de çemberi çizen tarafı mısın? Eyüp devamlı Türkiye’de, sen ise devr-i alemde.
Hiç böyle bir yorumla karşılaşmamıştım (gülüyor). Çember; felsefi olarak beni çekiyor, üçgen gibi değil; hiyerarşisi, alt-üst ilişkisi yok. Her bir nokta, merkeze eşit mesafede. Hepimiz sosyal ve kültürel bir çeşit çemberin içinde yaşıyoruz. Ama kanıksadığımız ortamın ardındaki dünyalarla herhangi bir bağlantımız olmazsa, o zaman bizim de içten içe kuruma riskimiz var. Hayal gücümüz daralabilir, kalplerimiz küçülebilir ya da insanlığımız azalabilir.
Elif’in çemberinin merkezinde ne var? - Merkez kimine göre aşktır, kimine göre ise bambaşka bir olgu. Benim için önemli olan, çemberdeki eşitlik ve aradaki bağ. En yakın çemberin içindeki herkes birbirine benziyorsa aynadaki yansımamızla kuşatılmışız demektir.
Anneannem gibi kadınlar evdeki aynaları kadifelerle örter veya ters çevirip duvara asarlardı. Bu insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının sağlıksız olduğu inancından beslenen bir doğu geleneğidir.
* Senin gibi akamedik geçmişe sahip birinin hayatında ve kitaplarında batıl inançlara böylesine yer vermesi ters köşe değil mi? - Akademik birikime kıymet vermek, kuru bir akılcılık izlemek demek değil. Hayatın büyüsü var.
Hurafelere körü körüne inanmayalım ama onları da bir kenara atmayalım. Rasyonalite bence kendi içinde bir cenderedir, kendimizi oraya hapsetmemeliyiz. Öte yandan hayatta hiçbir şey mutlak değil, şu anda konuştuklarımız bile...
Hayali arkadaşlarınla paylaştığın kurguları ne zaman yazıya dökmeye başladın? - 8 yaşımdan beri yazıyorum. Hayatımı son derece sıkıcı buluyordum, bu yüzden kurgusal öyküler yazmaya başladım.
“Siyah Süt”ü ilkokuldayken yazdım demeyeceksin değil mi şimdi bana. - (Gülüyor) Yazmak en başından beri başka dünyalara, yeni umutlara, farklı olasılıklara doğru yolculuk yapmamı sağlayan vasıtaydı.
Anlayacağın otobiyografik bir dışavurumun çok ötesinde bir şeydi benim için. Yeri geldiğinde Yahudi, canım istediğinde Ermeni, başka bir gün eşcinsel olabilmeyi seviyorum. Sanat ve edebiyatta önyargılar olmamalı. Bu açıklık cezbediyor beni.
Demek ki hayatın katı duvarlarını hikayelerinle yıkıyorsun... - Hikayeler sınırları yıkamaz ancak duvarlarımızda küçük delikler açabilir. Bu deliklerden bakarak birbirimizi görebiliriz, hatta bu vesileyle öte taraftakilerle empati kurabiliriz. Düşünsene Kürtlere karşı olan, önyargılı bir okur bile kitabımdaki bir Kürt karakterle gönül bağı kurabiliyor. Çünkü roman okurken yalnızız. Yalnızken hep daha açık fikirliyiz.
Seni yaşadıklarından ziyade, edebiyat büyütmüş... - Doğru, beni kitaplar büyüttü. Hayal gücüm nereye gidersem gideyim yanımda taşıyabildiğim bavulumdu. Başka türlü sahip olamayacağım devamlılık hissi hikayeler sayesinde girdi hayatıma.
O hikayeler ki dönen semazenler gibi çember ötesi çemberler çizerler. Kimlik politikalarını aşarak tüm insanlığı birleştirirler. Şimdi TED konuşmamda da anlattığım bir hikayeyi anlatacağım iyi dinle.
Elif Şafak’tan büyüklere masallar... - 99 depreminde İstanbul’daydım. Sabahın üçünde koşarak dışarı çıktım ve içki bile satmayan tutucu mahalle bakkalımızın, korkudan ağlayan bir travestinin yanına gelip sigara uzattığına şahit oldum. Ölümün nefesini üzerimizde hissettiğimizde dünyevi farklılıklarımız yok olur ve çok uzun sürmese de hepimiz “bir” oluruz.
Romanların o depremin etkileri kadar birleştirici olduğunu iddia etmiyorum. Ama iyi bir kitabın sayfalarında kaybolduğunuzda daha önce bir araya gelmediğimiz, hatta uzak durduğumuz kişileri bile tanımak isteyebiliriz.
Kitaplarını anadilinde yazmıyorsun diye yoğun eleştiri alıyorsun. - Artık geçmiş yüzyıla ait kalıpları bırakmamız gerektiğini düşünüyorum. Ben 10 yaşımdan beri İngilizce yazıyorum. Diller arasında seyahat ederken kendimi baştan yaratma şansına sahip olduğuma inanıyorum. Türkçe çok şiirsel ve duygusal bir dil.
Anadilimi çok seviyorum. İngilizce ise benim için matematiksel ve zihinsel. Yani her bir dille farklı bağlarım olduğunu hissediyorum. Birden fazla dilde rüya görebiliyoruz değil mi? O zaman birden fazla dilde yazabiliriz.
Ölmüş bir babanın yokluğuyla baş edebilirsin ama yaşayan bir babanın kızını yok sayması büyük bir öfke yaratmaz mı? - Öfkeye yabancı bir insan değilim. Bir dönem çok kızdım, yaralandım ama geçti gitti. Bütün çocukluğum, erken gençliğim boyunca beni doğru dürüst arayıp sormamış olmasını anlamakta çok zorlandım. Sonunda bu durumu olduğu gibi kabul ettim.
Eyüp Can bir yazısında; “Hikayeyi hep Pamuk Prenses’ten dinledik ama hiç cadıdan dinlemedik” diye yazmıştı. Babanla konuşabildin mi bu konuyu? - Hikayeyi babamdan dinlemek için çok girişimde bulundum. Telefonlar açtım, doğrudan sordum, üstüne gittim. Kim bilir belki de dinleyemediğim için öfkeliydim, sonradan duyduklarım da beni ikna etmedi ne yazık ki.
Uzun zaman görüşmediniz, peki ya şimdi? - Davet ediyorum, çocukları gelip görsün istiyorum. Çünkü benimle ne yaşadıysa yaşadı ama torunlarıyla ilişkisi apayrı. Çocuklarıma birey olarak baksın istiyorum. Onlarla güzel bir ilişkisi olsun isterim.
Madem babana öfkeli değilsin, neden onun soyadını kullanmıyorsun? - Taşıdığım soyadıyla hiçbir bağ hissetmedim. Hâl böyle olunca da kendimi yeniden inşa etmek istediğim zaman annemin adını, soyadım yaptım. 19 yaşında, öykülerimi yayınlatırken Elif Şafak imzasını kullanmaya başladım.
Kendini inşa etmeyi bitirdiğinde geçmişinden kurtulabildin mi? - Geçmişten kurtulmak değil ki bahsettiğim; kendini, ruhunu, zihnini yenilemek. Yoksa geçmiş bugünün içindedir zaten, Bektaşi felsefesinde olduğu gibi “dem bu demdir, dem bu dem”... Hiç tanışmadığım kardeşlerim de o geçmişin birer parçasıydı.
Kaç tane daha “Şafak” varmış? - İki tane daha var ama onlar babamın soyadını taşıyor. Maalesef geç buluştum. Biriyle Bilgi Üniversitesi’nde tanıştım. Ben asistan olarak Ankara’dan, o da okumak için İzmir’den gelmişti. Annesi beni görüp tanıyınca “Kardeşin Kerem burada, sizi tanıştırayım” dedi.
Türk filmi gibi... - Gerçekten çok garip bir andı. Birbirimize fiziksel olarak çok benziyoruz. Üvey, öz ayrımlarına inanan biri değilim. Onlarla beraber büyümeyi çok arzu ederdim.
Peki ya diğer kardeşin? - Onunla da İzmir’de imza günüme geldiğinde tanıştık. Kardeşime kitap imzaladım düşünsene (gülüyor).
Kadifeye sarılmamış bir aynaya baktığında karşında nasıl bir kadın duruyor? - Bu soruyu istersen bana hiç sorma, çünkü kadınlık sınavından geçmem güç (gülüyor). Çok beceriksizim. İyi bir yazar, iyi bir anne olmaya o kadar enerji harcıyorum ki “iyi bir eş” olmaya ne vakit kalıyor ne takat. Kötü bir eşim, onu biliyorum. Kadınlıkta beceriksizim.
İçinde bir İskender var diyebilir miyiz? - Erkek gibi yaşamak bana daha yakın. Mesela bir kokteyl olsa öyle şıkıdım gece elbisesi giymek yerine pantolon ceket giymek isterim. Daha erkeksi yüz hatlarım olsun çok isterdim. Aklıma eserse belki iki ayda bir manikür yaptırım. Bazen kuaföre gidiyorum, bazen saçımı kendim kesiyorum, uğraşamam.
Mutfakta nasılsın? Rüya gibi sofralar kuruyor musun? - Yemek kitaplarını okumayı seviyorum, pratiğe geçirmeyi değil. Teorim sağlam ama iş yemek yapmaya gelince umutsuz bir vakayım. Mutfağa girip de tek bir tarifi bile hayata geçiremem. Sanırım bende bunlar için gerekli sabır yok ama araştırmaya düşkün biri olarak bir gün yemek kitabı yazabilirim.
“Evliya Çelebi Elif” hâlâ dünyanın dört bir yanını dolaşıyor mu? - Evet, dolaşıyorum. Önce Michigan ve Boston, evlendikten sonra da Arizona’ya taşınmıştım. Şimdi Londra’da yaşıyorum. Sanırım benim bir yanım hem fiziksel hem de ruhsal açıdan hep göçebe oldu. Köksüzsün diye beni eleştiriyorlar. İlla toprakta olmak zorunda değil köklerim.
Hiç alışılmadık evlilik sizinkisi. Bu koşuşturma zedelemiyor mu ilişkinizi? - Zedelemiyor belki ama zorluyor, onu itiraf etmeliyim. Bu yüzden kolay olduğunu iddia edemem. Öte yandan bu durumun evliliği zenginleştirdiğini düşünüyorum. Eyüp de, ben de 24 saat beraber olmamız gerektiğini düşünen insanlar değiliz. Kadın da erkek de yüreğinin istediği yoldan uzaklaştığında içi sirkeleşiyor ve mutsuz oluyor.
Çocuklar ne diyor bu duruma? - Onlar bizden daha açık fikirli. İster istemez hasret oluyor.