Cem Yılmaz, Yahşi Batı filmine gelen eleştirleri yanıtlarken, sinema tutkusunu, sinemadan ne anladığını, seyircinin acımasızlığını, sinema yazarlarıyla ve eski Türk filmleriyle ilişkisini anlattı
Cem Yılmaz'ın Levent'teki ofisi buram buram sinema kokuyor. Çektiği filmlerin afişleri, her filmden hatıra bir nesne duvarlarda asılı. Yahşi Batı'dan nançuka ile pehlivan Aziz Bey'in siyah-beyaz fotoğrafı ofisin en yeni hatıra nesnesi... Mantar panoya Atatürk'ün sinemanın önemine işaret ettiği o ünlü sözü yapıştırılmış. Salonda ise kocaman bir televizyon var. Akbaba dergisinin eski sayıları TV'nin hemen altında duruyor. Tabii kimi önemli DVD'ler de ofisin bir köşesinde insana göz kırpıyor, ki bir tanesi Michael Gondry'nin filmine ait. Popüler sinemamız için önemli bir figür Cem Yılmaz. 10 yıldır hem kamera önünde hem de arkasında senarist, yönetmen, oyuncu, yapımcı olarak ter döküyor. Ve artık daha fazla sinemayla uğraşıyor. Sahnelere ara verip yılda bir film yapma gibi bir hedefi olduğunu açıklamıştı ya birkaç sene önce, bu amacını şimdilik gerçekleştirmiş görünüyor. A.R.O.G'dan bir yıl sonra Yahşi Batı'yı getirdi önümüze. Cem Yılmaz cephesinde bunlar olurken insan ister istemez düşünüyor, 'Cem Yılmaz için 'komik adam' algımızı değiştirmenin zamanı gelmedi mi?' diye. Onu bir sinemacı olarak kabul etmek işin doğrusu değil mi? Biz de bunun için sadece sinema üzerine konuşmak istedik kendisiyle. "Hay hay," dedi ve "En sevdiğim yerden gelecek sorular," diye de espriyi patlattı. Geçen hafta vizyona giren Yahşi Batı'nın ilk üç günde yaklaşık bir milyon seyirci tarafından izlenmesi de belli ki onu rahatlatmış. Bunun için rahat rahat konuştuk.
- Küçükken nasıldı sinemayla ilişkiniz?
- Sineması bol bir muhitte, Kocamustafapaşa'da büyüdüm. Sinemada ilk izlediğim film de Süt Kardeşler'dir. Küçükken çok fazla Türk filmi izlediğimi hatırlıyorum. Tabii 70'li yıllarda Türkiye'ye yabancı filmler üç-beş yıl sonra geliyordu. Genel olarak popüler filmleri izliyordum. Hani 'Sinematek var, orada Buster Keaton gösteriliyormuş gidip izleyelim,' gibi bir durumum yoktu. Ama Ferdi Tayfur'un milyarlarca insanın gittiği Çeşme filmine de bir biletim vardı, Bruce Lee filmlerine de. Hatta Bruce Lee'nin, Bruş Le, Bruce Lean gibi taklit filmlerine de giderdim. Yani filmi sinemada izlemekle ilgili bir duygum olmuştu küçükken. Sonra 80'lerde video dönemi başladı. O zaman da günde beş film izlerdik ama onlar dişinin kovuğuna yetmeyen filmlerdi, sen de hatırlarsın.
- Ailenizden mi geliyor bu sinemaya gitme merakı?
- Sinemaya gitmek ailem için kültürel faaliyet olmaktan çok sosyal bir aktiviteydi. Ama ben kendim de gidiyordum. Arzu Film filmlerini sinemada izlediğimi hatırlıyorum. Mesela Gulyabani'den çok korkmuştum. Komedi filmlerini seviyordum. Fakat filmleri izlerken beyazperdede gördüklerimin ahbabım olduğunu düşünürdüm. 8-10 yaşımda film izleme duygum buydu. Filmleri ezberler, oynardım. Hatta bir şekilde bir kostüm uydurup 75 dakika Davaro'yu oynadığımı biliyorum. Sonradan baktığım zaman bu filmlerin Sadık Şendil, Yavuz Turgul'un elinden çıktığını gördüm.
- Sonra karikatürist oldunuz ve sinemaya dışarıdan giriş yaptınız, 'Ben de yazarım, oynarım,' hissi nasıl oluştu?
- Bağımsız sinema yapan sinemacılar gibi oldu aslında. Çok kişiseldi. Köklü bir sinemacılık arzusuyla girmedim bu işlere. Bir karikatüre, mizah yazısına sığmayacak bir meseleyi farklı bir mecrada anlatma isteğinden çıktı bu işler. Yoksa oyunculukla, sinema yapmayla ilgili bir merakım yoktu. Mesela lisede konservatuara yönelen arkadaşlarım vardı. Tiyatroya da çok giden biriydim. Ama çizmeye, yazmaya merakım oldu. Çiziyordum da zaten. İlk sinema maceram Herşey Çok Güzel Olacak da zaten kollektif bir işti. Ama bu filmden sonra film yapma ya da filmi oluşturan parçaların bir yerinde olma düşüncesi iyice belirgin olmaya başladı.
- Yönetmenlik yaptınız, oyunculuk yapıyorsunuz, senaryolar yazıyorsunuz. Ama sizin sinema serüveninizde senarist kimliğinizin daha baskın olduğunu düşünürüm.
- Evet, senaryo daha çok ilgimi çekiyor. Bir hikâye kurmak, diyalog yazmak, ortaya seyirlik bir şey çıkarmak... En başından beri ilgimi çeken buydu. Tamam, çocuk kafasıyla Şener Şen'i izleyip gülüyordum ama bütün bu işi kotaran adam da ilgimi çekiyordu. Zaten bende 'Elimde bir senaryo var, oyuncuları belirleyelim, yöneteyim' gibi bir duygu yok. Senaryoyu da oynayarak yazıyorum. Diyalog yazmada biraz iddialıyım. Mümkün mertebe doğal, insanların konuştuğu gibi yazmaya çalışıyorum. Birazcık galiba sahne ve karikatür meselesi beni sinema filminde esprinin zamanlamasını tutturamama noktasında tutuyor. Onu kavrayacağım. Bazı espriler ince kalıyor, bazısı sahneye kurban gidiyor. Filmler ilk izlenildiğinde kaçan espriler oluyor. İnsanlar da bundan şikâyetçi. Belki bunu bir düzene sokmam gerekiyor. Ama yaşayan hissi veren karakterler yarattığımı düşünüyorum. Her ne kadar karikatür de olsalar!
- Neden böyle diyorsunuz?
- Böyle diyorum çünkü bu karikatür meselesine bir itirazım var. Geçmişinde karikatür olan bir insan olarak karikatürün böyle aşağılama amacıyla kullanılmasını anlamıyorum. Yanlış bir bilgi bu. Niye, karikatür kötü bir şey mi? Bunun yerine 'Karakterin içi boş, derin değil,' diyebilirler. Ama karikatürü alet etme meseleye! Ayrıca yeri gelmişken 'artistlik yapma', 'tiyatroya çevirdiniz burayı', 'caz yapma' gibi kullanımların da yanlış olduğunu belirteyim.
- Bunca karakter yarattınız, hangisi size daha yakın geliyor?
- Hokkabaz'daki İskender kendi hayatımla çok özdeşleştirdiğim biridir. Fedakâr ve yeteneği sınırlı bir karakter olduğu için. Ama Herşey Çok Güzel Olacak'taki Altan'la hiç alakam yoktur. Ya da Arif... Engin Ardıç, Arif'i 'lümpen' olarak niteliyor. Bence de lümpen... Ama ben onun komikliğinden faydalanmak için öyle konuşturuyorum, o tipi yüceltmiyorum. Öyle içimizden biri gibi sunmaya çalışmıyorum.
- Sinema kollektif bir iş. Ama sizin filmlerinizde hep bir Cem Yılmaz markası öne çıkıyor. Ki bütün filmlerinizde kollektifliğe vurgu yapmanıza rağmen.
- 15 yıl önce bana da 'Sinema kollektif bir iş deseler 'Hadi lan,' derdim. İzleyen insan onu pek de fark edemiyor. Bazı filmler yönetmeniyle anılır, ama komedi filmleri genelde başrol oyuncularıyla anılır. Bu bazen lehte bazen de aleyhte sonuçlar verebiliyor. Ama bununla ilgili bir sıkıntı artık hissetmiyorum.
- Peki filmlere gelen reaksiyonlar bir sonraki projenizde ne kadar etkili oluyor?
- Yani, 'kitlenin ihtiyacı nedir hemen ona göre bir film çekeyim,' gibi bir durumum yok. Birtakım hikâyeler oluyor aklımda, var olanlardan birisi rastlantısal olarak öne çıkıyor. Mesela A.R.O.G'dan sonra Hokkabaz tarzında bir film çekme beklentisi vardı, açıkçası benim de niyetim böyleydi. Feribotta yaşayan bir garsonun hikâyesini çekecektim. Hikâye gelişmedi. Yahşi Batı hikâyesi ise zaten oluşmuştu. Bunun için Yahşi Batı'yı çektik. Ama bu reaksiyon konusunda dürüst olmak gerekirse kitleye de bakıyorum. Kime film yaptığımı anlamaya çalışıyorum. Kitleden hangi filmi yapıp yapmamakla ilgili fikir edinebiliyorum. Mesela Erşan Kuneri'nin filmini çekmiyorum. Çünkü onun hikâyesi çok marjinal. Normal olanın marjinalleştiği bir ortamda, marjinal olduğunu bildiğin bir hikâyeyi çekmenin ve bile bile topluluktan dayak yemenin manası yok.
- Organize İşler'den sonra başkasının yazdığı bir senaryoda oynamadınız. Yine oynar mısınız?
- Oynarım, hani artık 'kendim yazarım kendim oynarım' diye bir düşüncem yok. Ama komedi bir karakter teklifini çok kolay kabul edebileceğimi zannetmiyorum.
- Peki Yavuz Turgul'un senaryosunu yazacağı, Şener Şen'le karşılıklı oynayacağınız bir projeden bahsediliyor.
- Valla bekliyorum böyle bir şey.
Küfür meselesi G.O.R.A'dan sonra Yahşi Batı'da yine ortaya çıktı. Ne düşünüyorsunuz bu tepkilerle ilgili?
- Bu dil meselesiyle epey mücadele ettim. Malum, karikatürde 80'lerdeki dil çok sterildi. Limon'la başladı sokağın öz sesinin karikatürlere yansıması. Açıkçası dildeki küfürle, terbiyesizlik ve ahlaksızlık başka şeylerdir. Ben filmlerde küfürü kutsamıyorum ki. Eğer karakter karşılaştığı durumda küfür edecekse ediyor. 'Aman etmesin' diye özel bir çaba harcamıyorum. Ama bu konuda bir ikiyüzlülük var. Mesela yıllardan beri yabancı film izliyoruz adam 'f... you, f... you' diye saydırıyor, ama o küfür olarak algılanmıyor, ninni gibi geliyor millete, bizimkisi küfür oluyor. Yıllarca insanlar Kemal Sunal'ın 'eşoğlu eşşek' lafından şikâyet etti, ama aynı zamanda da güldüler. Açıkçası bu ikiyüzlülük bana doğru gelmiyor.