Ünlü komedyen Cem Yılmaz'ın Haber Türk'ten Neslihan Perker'e verdiği röportaj...
Cem Yılmaz’ın merakla beklenen filmi “Ali Baba ve 7 Cüceler” izleyiciyle buluştu. Yılmaz’la filmini izledikten sonra buluştuk; filmini, oğlunu, kadınlara ve aşka bakışını konuştuk..
-Filmde retro öğeler dikkat çekiyor. Başlangıç jeneriği, müzikler, soğuk savaş yılları... Neden bu temaları tercih ettiniz? Bu türle ilgili bir durum. Kahramanların başlarına gelen macerada, 70’lerin filmlerindeki aksilikler komedisi hâkim biraz.
-Seviyor musunuz 70’li yılların özelliklerini? Sevmekle ilgili değil, tür onu istiyor. Hikâye günümüzde geçiyor ancak jenerikteki animasyon, başlarına gelen öykü bunların hepsi bir tür filmi yaratıyor. O türün de kendine ait bir dokusu, müziği oluyor. Bir kabuk ve şemsiye çizmek iyi oluyor bence, derleme toparlama şansı veriyor.
Filmi kodlarken masal gibi olsun, karakterler böyle davransın, başlarına şu gelsin deyince ister istemez bir tür beliriyor. O da müziği ve her şeyi etkiliyor. Ortaya böyle bir sonuç çıkmasına, bütünlük algısı yaratmasına sevindim.
-İyi bir prodüksiyon var... Biz daha öncesinde Arog, Yahşi Batı, Pek Yakında filmlerinde de kostüm ve sanat yönetmeni olarak hep aynı kişiyle, Hakan Yarkın ve Gülümser Gürtunca ile çalıştık. Bu projede yine bir aradaydık. Sadece, Bulgaristan’da bu departmanların devamları kuruldu, orada da görevli bir yapım tasarımcısı vardı.
Tabii işin hazırlığının büyük bölümünü burada yapıp gittiğimiz için, orada çok az gerçek mekân kullandık. Memedov karakterinin sığınağı tamamen sıfırdan yapıldı, Mançov için öyle bir ev bulduk ki, tam aradığımız gibiydi. İçine neredeyse bir obje bile koymadık.
-Filmde kostüm, ortam, mekân tamam da insanlar aslında neye gülüyor? Komedi filmlerine büyük bir iltifat var elbette, geniş yelpazeye hitap ediyor. Çok “zevke” hitap eden bir şey olduğu için de çok bıçaksırtı bir konu bence. Ağlatmaktan biraz daha farklı, mesela insanlar neye yoğun kahkaha atarlar?
Bin senedir bu işin içindeyim, yoğun kahkahayı attıran şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Birkaç teori var sürpriz faktörü falan gibi... Ama sahnede daha farklı bir yol izliyorum, orada sürpriz faktörü ve patlayıcı espri oranı daha yüksektir. On saniye, yirmi saniye, en kötü otuz saniyede bir bunu yapmalısınız. Filmlerin böyle bir lüksü yok, şahsen böyle bir şey de yapmak istemiyorum. Filmde macera, sunum hatırda kalsın.
-Filmde çok kültürlülük var, farklı dillerde konuşan insanları izliyoruz. Bunu özellikle mi tercih ediyorsunuz? Alt yazılı sahnelerin olduğu bir film olması hoşunuza mı gidiyor? Hoşuma gidiyor evet, bir tercih. Tabii her filmde bunu kullanacağım diye bir şey yok. Ama kahramanlarımızı farklı bir yere götürünce, hayatın doğal akışında böyle oluyor.
İsteseniz adamların hepsini Türkçe konuşturursunuz, adamın adı Joshua’dır gene Türkçe konuşur. Ancak bu yöntem olarak 90’larda terk edildi. Bizim Türk filmlerinde bir İngiliz varsa ‘’Ben var seni çok sevmek’’ falan der, bu uydurma bir kalıptır, karikatür dönüştürme kalıbı. Halbuki hiçbir İngiliz böyle Türkçe konuşmaz. Öyle bir dönemde değiliz. Bununla da dalga geçen bir sahne vardı tamamen alt yazılı birkaç dilin konuşulduğu, o dilleri bilmeyenler hiç anlayamasın diye.
-Evet, “Her türlü dilin aksanını yaparım”ı gösterdiğiniz sahne... Biraz da gösteriş olacak, bu işte. Filmin en kolay bölümü oydu.
-En zor tarafı neydi? Hazırlık kısmı... Bunlar tamamen ekonomik mevzularla ilgili tabii. Hazırlığa fazla vakit ayırırsanız, film de daha güzel oluyor. Ben de bu süreci uzun tutmaya çalışıyorum ancak maliyetli bir şey.
-Hazırlık sürecinde çok sıdkınızın sıyrıldığı için “Yeter ben bunu yapmıyorum” diyerek vazgeçtiğiniz bir projeniz oldu mu? Yoksa aklınıza koyduğunuzu hep yaptınız mı? Evet yaptım. Ama bazı coğrafi nedenlerden ötürü yapamadığınız şeyler oluyor. Mesela senaryodaki bir sahneyi, istediğimiz gibi bir mekân bulamadığımız için değiştirmek zorunda kaldık.
Asma köprüden düşeceklerdi, biz onu gölde bir kovalama sahnesine dönüştürdük. Keşif sırasında ortaya çıktı bu, asma köprü kurmak teferruatlı bir prodüksiyona dönüşecekti biz de aynı pahada görselliği bozmayacak bu değişikliği yaptık.
-Filmde neden cüceler var? Adamlara “eksantrik” bir meslek arıyordum. -Şimdiye kadar cüce objelerinin pazarlamasını hiç görmedim tabii... Bundan sonra görürsünüz bence, güzel bir iş. Bahçe süslemesi bizim kültürümüzde pek yok, daha Avrupa işi.
Cücelerin satıcısı değilim gerçek hayatta, ticari kariyerimi ilgilendirmiyor ama karakterlerin tutunamaması için çok sivri bir meslek seçmeleri gerekiyordu. İlk önce kapı kapı gezen ajanda satıcıları olarak tasarlamıştım, 5 bin ajanda yanlışlıkla 30 Şubat tarihiyle basıldığı için aksilikler öyle başlıyordu. Biraz da gerçek hayatta olmayan bir meslek seçmemin nedeni bu, herhangi bir şeyin reklamını yapmadığım sanal bir şey yaratmak istedim.
-İyi bir pazarlamacı olur muydu sizden? Bilmem... Ne kadar başarılı olurdum bir fikrim yok. Sadece şunu biliyorum, reklam filmlerinin yüzü olma gibi bir macerada da bulunduğum için, sorunlu bir ürünü tabiri caizse kakalamakla ilgili bir başarım veya derdim yok.
Ama iyi bir ürün söz konusu olduğunda, “Özellikleri şudur, benim sunduğum budur” konusunda özgüvenli bir satıcı olmaya çalışıyorum. Benim hayatımda ikisi birbirine çok geçmiş durumda. Hem yazmak, çizmek hem de elbette pazarlamak durumundayım. Ama pazarlarken de gayet dürüst, adil olma derdindeyim.
-Senaryoyu yazıp karakteri ortaya çıkarırken kimin oynayacağına o anda mı karar veriyorsunuz? Oyuncu değiştirmek zorunda kaldınız mı, yoksa hep 12’den mi vurdunuz? Her zaman değil... Ama şöyle de oluyor, bu Ozan’a (Güven) çok uygun veya Özkan (Uğur) Abi’ye olur gibi...
-O yüzden mi sürekli aynı isimlerle çalışıyorsunuz? Evet o sebeple, yani o kişiler uygun olduğu için. Bu insanların yanlış anladıkları bir konu... Eğer o rolle ilgili bir seçim yapılsa 200 adam arasından yine Özkan alır. Yüzde yüz rolü alacak adamla iş yapmaya çalışıyorum. Bu filmde Çetin (Altay) sürpriz bir isim oldu, bir ay kala bulduk onu. Önemli bir roldü, güzel paslaştık. Çok yetenekli bir adam ve soğukkanlı... ‘
-Çalışılması zor bir adam mısınız? Yok hiç değilim. Hep aynı kişilerle çalışıyorum, yeni insanlarla çalıştığımda da böyle. Çünkü ekibe sürekli birileri katılıyor, 50 kişiyken 150 kişi oluyoruz. Herkes gayet memnun ayrılıyor, benim hiç öyle bir sorunum yok.
Ancak şöyle bir durum var, komedi filmlerinde olan biten hikâyeden tutun da, üzerinizdeki kostüm, replikleriniz kadar birçok detay hiç ciddiyet arz etmemesine rağmen, çok iyi bir planlama gerektiriyor. Öyle bir ikilemi var ve ona direnmek lazım. Oyuncu arkadaşların bazıları bunu bilmeyebilir, ben şahsen bilenlerle çalışmayı tercih ederim.
Mesela kadın oyuncumuz Irina Ivkina, ilk defa bizim setimizde bulunduğu için, en çok mesaiyi bunları izah etmek için harcadık. İşi yapabiliriz, problem değil ama iyi yapmak önemli. Dolayısıyla öğrendiğimiz dersler ve tecrübeler insanı bir çalışma yöntemine itiyor. Bulduğum formül, sete çok fazla bir şey bırakmadan ne yaptığımızı bilerek, bilinçli, arkadaşça, disiplinli ve kooperatif bir çalışma sistemi.
-Filmlerinizde neden hem iyiyi hem de kötüyü kendiniz oynamayı tercih ediyorsunuz? Sosyal medyada bunu açıklamışlar “para vermemek” içinmiş... Halbuki o kadar absürt bir cevap ki bu, tam tersi daha maliyetli bir şey, aynı sahneyi iki defa çekmek zorunda kalıyorsun. -Neden bunu tercih ediyorsunuz ki? Hoşuma gidiyor.
-Hep neşeli, eğlenceli tarafınızı görüyoruz, karanlık tarafınız var mı? Hiçbir karanlık tarafım yoktur. Ben fazla dürüst bir insanım, gizemli yanlarım falan yoktur. -Depresif bir tarafınız falan hiç yok yani? Hiç... -Hayatınız boyunca bir kere bile depresyona girmediniz mi? Ben depresyonun ta kendisiyim, bir daha niye gireyim?
-Neden depresyonun ta kendisisiniz? Kendimle ilgili net bir ayrımı söyleyeyim, ben herkesten daha neşeli biri değilim onu biliyorum. Herkes kadar neşeliyim, herkes kadar depresifim, ekstrem özelliklerim yoktur. Okan Bayülgen’in kulakları çınlasın onun “Ben maniğim” diye 50 yıldır beyanları vardır ya, ben manik falan da değilim. Ne maniğim, ne bir şeyim, ne veganım, ne etçilim. Çok nötr birisiyim.
-Hayatta ertelediğinizi düşündüğünüz şeyler var mı? Her şey... Yani hayat böyle bir şey, erteleme üzerine kurulu; buna kanaat getirdim. Çünkü bir ömre her şey sığmıyor, aynı anda pek çok şey cereyan edemiyor. Ben ki hobilerini bu yaşa kadar hayata geçirebilmiş bir insanım, gene de hiçbir şeye yetişemiyorum. Benden daha meşgul insanlar tanıdım, nasıl yapıyorlar bilmiyorum.
-İçinizde ukde kalan bir şey var mı? Öyle bir şeyim yok, çok plan yaparak yaşayan bir insan değilim ki ukde kalsın. Anla ilgilenirim bu benim için önemlidir, mesela eğer bir insanın içine bu saatten sonra iyi keman çalamam gibi bir his gelirse bu tip şeyler seni üzebilir. Mesela diyelim ki, Fazıl Say gibi piyano çalmak istiyorum... Ne zaman? Uydurma yani.
-Çok büyük konuştuğunuz bir şey oldu mu veya pişmanlığınız var mı? Büyük konuşmakla ilgili sıkıntım da pişmanlığım da yok.
-Ne güzel bir hayat... Ama ben bunları cevaplayamam ki, hayatımız alayla geçtiği için bir duygu körelmesi oluyor. En sevdiğin filmi sorarlar mesela zorlanırım, söyleyemem. Ben öyle bakmıyorum hayata. “Dans eder misin” sorusuna bile cevap veremem, ne bileyim belki ederim, belki etmem. Bunların cevabını nereden bileyim.
-Hangi soruların cevaplarında netsiniz, iki kere iki dört eder gibi şeyler mi? Olmuş şeylerin... Gaibe dair hiçbir şey bilmiyorum ben. Yapar mısınız, eder misiniz geniş zamanları cevaplayamam. Beni seviyor musun sorusu mesela... “Beni sevdin mi?” cevaplanır. “Beni seviyor musun?” Ne bileyim ben.
"ARİF DEĞİLİM Kİ G.O.R.A'YA GİDİNCE PRENSESLE AŞK YAŞAYAYIM" -Filmde çok güzel bir kadın karakter var ve onun fiziksel özelliklerini öven göndermeler söz konusu. O mesela kahramanın düşüncesi, ben hiç öyle bakmadım.
-Komik adam, zeki adam çekicidir. Peki siz kendi hayatınızda hep güzel kadına mı âşık oldunuz, yoksa zeki kadınlara mı? Ben bu meselelere hiç böyle bakmadım. Güzel kadını her erkek beğenir, bu hoşlanmanın neye dönüşeceğini kimse bilemez
-Zekâsından ötürü çok âşık olduğunuz bir kadın oldu mu? “Beğeni” kelimesi benim için önemlidir, beğenmek demek bir bütün olarak beğenmekle ilgili bir duygu yaratıyor. Yoksa, fiziksel konuları bilim de çözemedi yani neden boyu uzun da ilgi çekiyor, ya da gözü şöyle olunca beğeniliyor bunun sebebini ve bizde bıraktığı hissi bilmiyoruz. Bu herhalde nadir olanla, nadirlikle ilgili bir arzu. Benim özel hayatımda böyle bir şey yok.
G.O.R.A’daki Arif değilim ki, G.O.R.A’ya gidince prensesle aşk yaşayayım. Benim için fark etmez, ben oradaki bir mahkûm kızla da arkadaşlık kurabilirim.
-Artık baba oldunuz, bir çocuk filmi çekmeyi düşünüyor musunuz? Bu çok güzel bir fikir ama bu işin pedagojik tarafı çok önemli, eloğlu bunu çok iyi yapıyor. Ona eğilimim var, çocuğum daha küçükken biraz eğleneyim büyüyünce belki onunla birlikte yaparız.
-Baba olduktan sonra neler değişti? Memnunum bu işten. Evliliğimiz başarılı olmadı ama çocuk meselesinde iyiyiz. İyi birer anne-baba olmaya çalışıyoruz. Çocuktan sonra daha eğlenceli hale geliyor hayatın, bir zaman tüneli gibi kendi çocukluğuna yöneliyorsun, unuttuğun bazı şeyleri hatırlatıyor. Çocukların fiziksel özellikleri bizden küçük olsa da ruhları bazen daha olgun.
Çok şanslıyım ama zor bir şey, insanlar bunu unutmasın kolay bir şey değil. Bunun evliliği yürütüp yürütememekle de alakası yok, çocuk herkesin harcı değil bence, buna yüzde yüz eminim. Kolay bir şey değil.
-Korumacı bir baba mısınız? Doğalım, kendi babam gibi olmaya çalışıyorum. Babam hayatta, ağabeyim 47 ben ise 42 yaşındayım. Babamızın bunca yıl sonra bizde bıraktığı güzel bir his ve o halen de devam ediyor. Ben de öyle bir şey bırakmaya çalışıyorum.
-Nasıl bir şey? Hayatımıza hiçbir zaman garip kurallarla dahil olmayan, hep yanında hissettiğin, senden daha tecrübeli bir arkadaş tablosu çizdi babam, sağolsun.
-E iyi, bu kafayla yaşam rahattır. Bu bir bakış açısı, zafer değil. Hayat yukarı doğru çıkmıyor, aşağı da inmiyor, dümdüz de gitmiyor tamamen bir devamlılık meselesi. Geçmiş benim için önemlidir, 22 yaşımdan beri bu işin içindeyim ve evet beni şimdiye kadar yaptıklarım tatmin etti, bununla ilgili bir şikâyetim de yok.
Ama o hazzı unutup “Yarın ne olacak” diye karalar bağlamak başka bir şey. Hayatımda bir kere umutsuzluğa kapıldım, 19 yaşımdayken. Dedim ki “Böyle gitmez, kaç senedir hayattayım ve hiçbir şey yapamadım”.
Çok geç kaldığımı düşünmüştüm ve bunun için gözyaşı döktüm. Ne yapacağım, ne iş yapacağım derken, dergiye de öyle gittim ve karikatür çizmeye başladım.