Her hafta birbirinden özel röportajlara imza atan İzzet Çapa bugün Kelebek'te annesi Gürnar Çapa Uğurlu ile geçmişe yolculuk yaptı...
İşte İzzet Çapa'nın "Ben babana, o Gönül Yazar’a aşıktı" başlıklı yazısı:
Zor kadındır annem Gürnar Çapa Uğurlu vesselam... "Kime göre neye göre?" diyeceksiniz şimdi.
Bana göre zor a dostlar. Onu ne kadar çok sevdiğimi nasıl anlıyorum biliyor musunuz? Beni sürekli çileden çıkarmasına rağmen hayatımda onsuz bir an bile düşünemiyorum. Ara sıra ana-oğul ilişkimiz Stockholm sendromunun en iyi örneklerinden biri gibi görünse de Allah onu başımdan eksik etmesin... Peki benim ‘deli saraylı’ kimi zaman olmayan saçımı başımı bana nasıl mı yoldurtuyor?..
Bir kere o tamamıyla kendi doğrularıyla yaşıyor. Sadece onun okuduğu kitap, seyrettiği program, gittiği doktor, sevdiği insanlar en iyi, bunun dışındaki her şey fasa fiso!
“Anne tansiyonum yükseldi” derim; cevabı hazırdır; “Kim uyduruyor bunları? Doktorlar tüccar olmuş! Sende tansiyon olsa onlar değil ben bilirim...”
Bizimkinin kafası Ortaçağ engizisyon papazları gibi çalışır. Onlar da yıllarca İncil’de yer almadığı için, Amerika kıtasının varlığını kabul etmemişlerdi...
Nasıl denk getiriyor bilmiyorum ama toplantıların en kritik yerinde telefonumu çaldırır.
“Anne meşgulüm, birazdan arayacağım” desem de; “Kısa bir şey söyleyip kapatacağım” diyerek bir gece önce televizyonda izlediği Çerkez Tavuğu tarifini anlatmaya başlar uzun uzun... Haydi sıkıysa gel de kapat o telefonu... Bir gün “Anne dünya yuvarlakmış” dediğimde “Anneannenin büyük büyük halası Macellan’ın kuzeniydi, biz onlardan çok kız alıp verdik, o işin aslı söylendiği gibi değil” yanıtını verirse hiç şaşırmam doğrusu.
ANNEM ETRAFIMA ÇİN SEDDİ GİBİ KORUMA DUVARLARI ÖRDÜ
Kendi paralel dünyasının ‘gerçeklerinde’ yaşayan bu özel kadın, aynı zamanda oğluna yani bendenize aşırı düşkündür. Doğduğumdan beri etrafıma öylesine koruma kalkanları örmeye çalışmıştır ki, inanın Çin Seddi bile yanında solda sıfır kalır. Elbette her anne için evladı en güzelidir ama benimkisi bu duruma da akıl almaz biçimde boyut atlatmış cinstendir...
Ellimi geçtim, hâlâ her şeyime karışır. Onu yeme, bunu giyme, şununla görüşme, oraya sakın gitme trending topic’leridir. Ben her zaman bildiğimi okusam da, validem dırdır etmekten yılmadı, biliyorum ki asla yılmayacak da! “İzzet, şımarıklık yapma, sen çileden çıkmanın ne demek olduğunu bilmiyorsun. Ne tatlı, sitcom gibi kadın işte” diyenleri duyar gibiyim.
Ama millet o sitcom’un yarım saatlik montajlanmış bölümünü izleyip kahkahalar atarken, ben dizinin günlerce süren hummalı çekimlerinde geçirdim ömrümü. Arada küseriz, sonra da hiçbir şey yokmuş gibi barışırız. Egolarımızı sürekli savaştırıp o malum göbek bağını hep birbirimizin boynuna dolarız. Annemle anlaşamadığımız milyonlarca şey var ama hemfikir olduğumuz yegane konu babam Bedii Çapa’dır! İkimizin de büyük bir aşkla bağlı olduğu bu adam, tüm çatışmalarımızın tarafsız bölgesidir adeta.
ANNEM GELİP OFİSTEKİ HERKESİ ESİR ALDI
Geçenlerde ofise girdiğimde ne görsem beğenirsiniz... Annem almış bizim bütün Çapamag’cileri karşısına, zavallı çocuklara işlerini nasıl yapacaklarını anlatıyor. “Şu haberi girdiniz mi?”, “Fransız kanallarını takip ediyor musunuz?”, “Kuru kuru oturuyorsunuz, bu ofiste niye hiç müzik çalmıyor?” lafları havada uçuşurken ekibi kurtarmak için “Anne gel haydi seninle biraz içeride muhabbet edelim” dedim. Başladı o her zamanki aynı hikayeyi 1500’üncü kez anlatmaya; “19. yüzyılın sonlarında Adanalı Yeğenzade Bey’e, Erenköylü Ruhiye Hanım aşık olmuş. Bir türlü kimselere açamadığı büyük aşkını ‘Aman Adanalı’ türküsünü yazarak anlatmış. İşte bu hikayedeki Yeğenzade, tarihe geçen o efsane yemek kitabını da yazan dayım Ekrem Muhittin Yeğen’in amcazadesi oluyor.”
Sanırsınız konuşan benim Valide Sultan değil, Neslişah Sultan... “Yahu bırak şarkıyı türküyü de babamla ilgili bir iki anı anlatsana” dediğimde bana attığı bakışı görmeliydiniz.
Fakat babamın adının geçtiğini duyunca hemen yelkenleri suya indirdi bizimki, “Madem öyle gel otur da güldüreyim biraz seni” diye dalıp gitti uzaklara...
“Babanı tanıdığımda daha 16 yaşındaydım. Çok yakışıklı, janti, inanılmaz etkileyici bir adamdı. Hani ilk görüşte aşk derler ya, öyleydi benimkisi.”
Baktım bizimki eski defterleri açmaya başladı, ben de dilimi tutamayıp bugüne kadar sormaya hiç cesaret edemediğim ve açıkçası cevabından korktuğum soruyu sordum: “Peki ya babam aşık mıydı?”
Gözleri buğulandı... “Aşıktı aşık olmasına da bana değil Gönül Yazar’a... Sen doğuncaya kadar gönlü hep Gönül’deydi.”
Anladım ki bir yangının külünü yeniden yakıp geçiyordum.
Peki sen üzülmüyor muydun canımın içi bu duruma diye sordum, sigarasından derin bir nefes çekip; “Küçücük kızdım be evladım neyin ne olduğunu anlayacak yaşta değildim. Hem o zamanki evlilikler şimdikilere hiç benzemiyordu. Biz öyle kocalarımıza kolay kolay laf edemezdik. Elimden tutup, beni alır her gece Maksim’e götürürdü. Adam fasıl dinlemeyi seviyor zannederdim ama meğer kafasında başka tilkiler dolaşıyormuş...”
Hüzünlü bir kahkaha patlattı. Meselenin nereye varacağını anlamıştım.
Kafamda o mahur beste, usulca sordum... Ne yani seni Maksim’e assolisti görmek için mi götürüyordu?
Bir anda hiddetlendi bizimki... “O günlerde Gönül assolist falan değildi canım. Ya Zeki Müren ya da Behiye Aksoy’u dinlemeye giderdik. Onlardan önce bir türkücü ve Orhan Boran çıkardı sahneye. Hepsinin altında da Gönül vardı.”
GAZETEDEN GÖNÜL’ÜN FOTOĞRAFLARINI KESİP KUAFÖR KUAFÖR GEZERDİM
Anladım ki hâlâ içinde unutamadığı bir kıskançlık vardı Gönül’e karşı... Bıraktım, anlatmaya devam etti...
“O zamanlar içten içe deliriyordum. Bir kere hep çok güzel giyinirdi, Türkiye’ye bugüne kadar Gönül Yazar’dan daha şık bir kadın gelmemiştir. Baban, ona hayran diye gazetedeki fotoğraflarını kesip kuaföre götürür, saçını taklit ederdim. Bir gün kafasına fiyonk mu takmış, koşa koşa gider ben de aynısını yaptırırdım. Saçını sarıya mı boyatmış, aynı rengi tutturuna kadar kuaför kuaför dolaşırdım. Ufaktım mufaktım ama yine de kendime güvenim varmış demek ki... Niye olmasın ki, babanın etrafındaki kadınların hepsinden gençtim, hepsinden güzeldim, hepsinden kültürlüydüm. Zaman içinde Gönül assolist oldu, ben de daha akıllandım. Ama biz yine her fırsatta Maksim’in yolunu tutmaya devam ettik. Fakat ben Gönül ikinci şarkısını bitirmeden, allem edip kallem eder girmezdim salona.”
“Ne o anne gerçek assolistin kim olduğunu göstermek için mi?” dediğim de, o meşhur kahkahalarından birini daha patlattı.
“Yok be oğlum, tek derdim babanın bana yeni aldığı kürkleri gösterip hava atmaktı. Ne söylenirdi baban ben öyle yapınca anlatamam. ‘Sevgilim beni yeme al bunları ye’ diye üzerinde not yazılı bir zarf içinde bana para bırakırdı. Ben de soluğu zamanın efsanesi, Canan Yaka’nın annesi Terzi Mualla’nın Mısır Apartmanı’ndaki atölyesinde alırdım. Ve bütün o parayı Gönül’ü kıskandırmak için diktirdiğim kıyafetlere harcardım. Mualla Hanım için efsane dediysem boşuna değil, o atölyeden Yılmaz Güney’in kızının annesi Can çıkardı, o zamanki eşi Nebahat Çehre girerdi içeri. Rahmetli Mualla Hanım az çırpınmadı, birbirleriyle karşılaşmasın diye...” Doğduğum günden beri etrafımda fırtınalar kopartan annem, nasıl kayıtsız kalmıştı bütün bu yaşananlara... Sordum; Gügü hiç mi içinden Gönül’ü saçından tutup sahneden aşağı fırlatmak gelmedi?
Ülke gündeminden bile daha hızlı değişiyor annemin gündemi..: Tam “Lafı bitti, kurtuldum” derken, başladı Prenses Süreyya’nın hikayesini anlatmaya...
“Gazetelerde koca Prenses Süreyya’nın mirasının kardeşinin şoförüne kaldığını okuyunca içim parçalandı. Ne kadar yalnızmış zavallı... Hep söylerim ya güzel oğlum, para, pul, makam, mevki hepsi yalan. İnsanoğlu ne oldum demeyecek, ne olacağım diye düşünecek. Ne bir evlat, ne bir koca, ne bir yakını varmış kadının hayatında... Bir zamanlar bütün dünya Prenses Süreyya’nın peşinde koşar, önünde eğilirdi. Nasıl bir güzellikti onunki anlatamam sana. Fakat bahtı da bir o kadar kötüydü maalesef.”
Ne o anne dedim, iyice Murat Bardakçı’ya bağladın...
“Bir sus da dinle anneni... Öyle her şeyi kitaplarda, internette bulabileceğinizi sanıyorsunuz hepiniz. Yaşanmışlıktan daha iyi kitap mı olurmuş? 10 yaşında falandım Prenses Süreyya, Şah’la beraber İstanbul’a geldiğinde... Yer yerinden oynamıştı memlekette resmen. Baksana ufacıktım ama aklımdan hiç çıkmamış. 56-57 seneleri falandı herhalde. Celal Bayar Cumhurbaşkanı’ydı, artık sen oradan hesapla. Prenses’le Şah Savarona’da kalıyorlardı. Süreyya, çocuğu olmadığı için çok sıkıntılı zamanlar yaşıyordu. Düşünsene koskoca Şah Rıza Pehlevi’nin tahtını bırakacağı bir veliaht yok! İstanbul’a geldiklerinde artık nasıl olduysa Prenses’e Fatma Bacı diye birinden bahsetmişler. Neymiş efendim, onun hazırladığı kocakarı ilaçları her derde devaymış. Süreyya bunu duyar duymaz kadını Yalova’dan aldırtıp Savarona’ya getirtmiş. Kadıncağız çok ümitlenmiş bu defa hamile kalabileceğim diye ama nafile... Zaten sonunda biliyorsun, Şah evlendikten yedi sene sonra onu bırakıp başkasını aldı.” T
am o sırada bizim çocuklardan biri “Ali Bey içeride” diye haber verdiler. Gelen Ali Poyrazoğlu’ydu...
Annemden müsaade isteyip, bu tarihin arka odasındaki dedikodu sohbetine noktayı koydum.
Ben kapıdan çıkarken annem içeride hâlâ nefessiz anlatmaya devam ediyordu...
“Yahu onun ne suçu var? Gönül namuslu kadındır, hiçbir zaman kocamı ayartmaya çalışmadı. Babandı ona bayılan. Fakat yine de Erol Simavi’yle beraber olmasına en çok sevinen ben oldum herhalde. Baban Gönül’ü çok sevdi ama eşleri arasında benim en çok saygı duyduğum Fikret Şeneş’ti. Tam bir aristokrat, Cumhuriyet kadınıydı. Hâlâ Türkiye’nin her yerinde çalınır eserleri. ‘Havasına suyuna, taşına toprağına...’
Ah ah kaç edebiyatçı yazabildi ki onun yazdıklarını? Şarkılarını her dinlediğimde rahmet okurum Fikret Hanım’a...
"Bana bak sen şimdi rahat durmazsın, bu dediklerimi internete falan yazayım deme sakın. Bu yaştan sonra yeni plağı çıkmış şantözler gibi anıları anlatıyor kadın derler. Maazallah rezil olurum elaleme.”
“Saçmalama hiç olur mu öyle şey” dedim, ana-oğul dertleşiyoruz şunun şurasında.
Sözün özü siz bu satırları okurken muhtemelen ben, annemden tarihin en ağır fırçasını yiyor olacağım.