BARDAKÇI: OSMANLI'DA DUDAKTAN ÖPÜŞME VARDI!
Habertürk Gazetesi yazarlarından Murat Bardakçı "Osmanlı'da dudaktan öpüşme yoktu" iddialarını yalanlayan bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı:
“Muhteşem Yüzyıl” dizisi aslında çok daha başka bir işe yaradı; bilmediğimiz, farketmediğimiz ve tanımadığımız dünya kadar tarih allâmemiz bu dizi sayesinde ortaya çıktı.
Allâmeler şimdi hemen her gün bir TV'den ötekine koşuşturuyor, günlerinin her ânını artık ekranlarda geçiriyor ve Kanunî Sultan Süleyman, harem ve 16. asır saray hayatı konusunda sağolsunlar, hepimizi irşâd ediyorlar...
Kadrini ve kıymetini şimdiye kadar maalesef anlayamadığımız bu üstadlar, üstelik sadece tarihçilerden ibaret değil. Aralarında “bûse-şinas”larımız, yani öpücük uzmanlarımız bile var!
Bu bûse uzmanlarından biri geçenlerde bir TV'de konuştu, “Osmanlı'da dudaktan öpüşme yoktu, zira ağızdan hastalık kapılacağına inanıldığı için bûse sadece yanaktan alınırdı. Biz, dudaktan öpüşmeyi 19. asırda Avrupalılar'dan öğrendik” buyurdu! Yani “Eskiden, millet olarak tam bir odunduk, hem de şöyle budaklısından bir odun! Doğru dürüst öpüşmekten bile habersizdik, bu işin zevkine Avrupalılar sayesinde, çok sonraları varabildik” demek istedi.
Bugün “dudak” dediğimiz öpüşme vasıtamız, eski edebiyatımızda “leb” diye geçerdi ve hemen her şair, dudak öpme ile ilgili dünya söz söylemişti.
Ama, şairlerimizin “dudak” derken yahut “dudaktan öpüşme”den bahsederken aslında çok daha derîn mânâlar kasdetmiş olduklarını bu bûse uzmanlarımız sayesinde ancak şimdi öğrenebildik.
Meselâ, Kanunî Sultan Süleyman'ın “Öldürür gerçi ki gamzen âşıka virmez amân / Leblerün Îsî-nefes her lahza virür cân bana” yani “Gamzen öldürür, âşıklara aman vermez. Ama dudakların, Hazreti İsa'nın nefesi gibi bana her an can vermededir” beytindeki “dudak”, meğerse bildiğimiz o dudak değilmiş! Kanunî, bu kelime ile Hürrem Sultan'ın yahut bir başka cariyenin dalağını kastediyormuş!
Üçüncü Selim'in “Zîver-i sîne edip ruh-ı revânım diyerek / Emsem ol gonce lebin lâlini cânım diyerek” yani “Seni 'yürüyen ruhumsun' diyerek göğsümün süsü yapsam ve gonca kırmızısı dudaklarını 'cânım' diye öpsem” sözleriyle başlayan Pesendîde makamındaki bestesinde kastettiği “leb” sözünün de dudak ile bir alâkası yokmuş, bestekâr padişah sevgilisinin tiroid bezine ilân-ı aşk ediyormuş!
Biz, Kanunî devrinin büyük şairi Bâkî'yi bile anlamamışız! Şairin “Bâkîyi söyletmez oldun la'lün alsa a zına / Döymez ol nâzük lebün benzer ki dendân zahmına” (Bâkî dudağını ağzına alsa da hiçbir söz ettirmiyorsun. O nazik dudağın diş yarasına katlanamıyor) mısraında “ısırmaya dayanamayacak kadar hassas olduğunu” söylediği yer, hatunun sol gözü imiş!
Hele, Nedîm!
Klasik edebiyatımızın dudak öpme ile ilgili bence en şık mısraı olan “Leblerin mecrûh olur dendân-ı sîn-i bûseden” sözü, Lâle Devri'nin bu meşhur şairine aittir. Mâlûm, “bûse” kelimesindeki “s”, eski Türkçe'de “sin” harfi ile yazılır. “Sin”, kelime içerisinde geçtiği zaman çanakları yuvarlak bir “w”yi andırır ve harfin üstteki çıkıntılarına “diş” denir. Şair “sin” harfi ile nefis bir söz oyunu yapıyor ve sevgilisine “Bûse sözündeki 'sin' harfinin dişleri, dudaklarını yaralar” diyor.
Ama sakın yanlış anlamayın haaa! Dudaktan öpüşmeyi o zamanlarda bilmediğimiz için, Nedîm sevgilisinin dudağını falan değil, sol ayağının küçük parmağını kastediyor, ona göre...
Dudak öpmekten bahseden eski yazarlarımız hemen her bûse biçimine ayrı isimler verir, bunları “itibârî”, “müteharrik”, “mâil”, “mümâsî” yahut “tekme” gibi daha pekçok şekilde isimlendirir ve “dil kavgası”nın zevkini
anlata anlata bitiremezlerdi...
Asırlardan buyana yazılmış olan bu nefis mısrâların, edilen şık sözlerin ve çizilen dünya kadar minyatürün aslında sadece birer hayâlden ve palavradan ibaret olduğunu “Muhteşem Yüzyıl” sayesinde ortalığa dökülen nev-zuhur
âlimlerden öğrendik...
Dedim ya, meğerse doğru dürüst öpüşmeyi hayâl bile edemeyen budaklı birer odundan ibaret imişiz