Nihat Odabaşı’nın fotoğraflardan sonra posta kutuma düşen mesajlardan biriydi: "Soyunmakta ne var, kolaysa örtün güzelim! Örtün de, bu ülkedeki baskıyı, zulmü gör..."
İşte her şey, bu kışkırtıcı mesajla başladı.
Mesajı atan kişinin herhalde aklına gelecek son şey, benim bu sözleri ciddiye almamdı.
Ama aldım.
Çünkü merak ettim.
O herkesin diline düşmüş, milleti de birbirine düşürmüş "bez parçası"nı kafama bağlayıp, şehri İstanbul’da bir o semte, bir bu semte gidecektim.
Bütün toplu taşıma araçlarına binecektim.
Kafelere, barlara, gece kulüplerine girecektim.
Bir süreliğine, "karşı mahalle"ye geçecektim.
Şurası kesin ki, hem çok eğlenecek hem de çok şey öğrenecektim.
İnsan, tek başına eğlenemiyor!
Biri gerekiyor, bir arkadaş.
İşte Demet, burada...
Kızım ile kızı kanka: Alya ve Lila.
Müthiş ikililer.
Kızlar da yaramaz, anneleri de!
Demet’e "İstanbul’da benimle birlikte birkaç gün İslami hayat tarzına uygun takılır mısın?" diyorum.
Şaşırıyor, "Ne yapacağız yani?" diyor.
"Başımızı örteceğiz, sokaklara çıkıp dolaşacağız. Tabii ki, türbanlıların gerçek ruh halini anlayabilmemiz mümkün değil. Zaten bizim iddiamız da, ’karşı mahallenin kadınlarını anladık’ olmayacak. Biz sadece şeklen de olsa, neler hissettik, nelerle karşılaştık, onu anlatacağız..."
"Tamam" diyor, "Ben varım..."
Şimdiye kadar hep "Nasıl açılacağız?" diye düşünmüşüz.
İş, kapanmaya gelince bir hayli zorlandık! Ne giyeceğiz, nasıl yapacağız, nasıl örtüneceğiz, kural nedir, ne yaparsan komik olursun, ne yaparsan ciddiye alınırsın... Bilmiyoruz.
Ama azimliyiz, öğreniyoruz.
Demet, evden bir pardösü getiriyor, jean üzerine giyiyor, belini de sıkıyor, kafaya da bir eşarp, aman Allah’ım Fransız gibi oluyor.
"Yok" diyorum, "Olmadı. Bizimkilerin örtüsü bu kadar Avrupai değil. Başka bir çözüm bulmak lazım..."
İmdadımıza, Tekbir yetişiyor.
Tesettür giyimin önde gelen markalarından. Çok yardımcı oluyorlar, kıyafet yolluyorlar.
Önce, spor takılmaya karar veriyoruz. Ben pantolon üzerine tunik gibi bir şey giyiyorum, Demet etek-ceket. Ama asıl değişimi, kafamız kapanınca yaşıyoruz.
"Duyamıyorum seni Demet!"
Maruz kaldığımız ilk şey, ses kaybı.
Şöyle ki, türbanın altına bir "bone" takılıyor.
Kaymasın diye. İşte o bone, kulakları kapatıyor. Bir de tepesine türban... Etti mi sana iki kat...
Duy, duyabilirsen... Ben kendimi uçakta gibi hissettim. Hani basınç değişince kulakların tıkanır ya, o hesap...
Biri bir şey söylediğinde, elimle kulağımı dışarı çıkarma ihtiyacı hissediyorum. Cep telefonunu da bonenin içine sokmaya çalışıyorum.
Leman, sağ olsun, kafamızı hediye paketi haline getiriyor, ilk iğne boynumuzun altına... Ötekiler çeşitli yerlere...
İşte hazırız!
Bekleyin bizi sokaklar geliyoruz...
Nişantaşı Abdi İpekçi’de şöyle bir baştan aşağı yürümeye karar veriyoruz.
Sonra House Cafe, Beymen Brasserie, Allah ne verdiyse...
Uzun uzun Louis Vuitton’un önünde dikiliyoruz, vitrine bakıyoruz.
Benim kolumda çakma bir Louis Vuitton var, "karşı mahalle"nin bir kısmı da çok meraklı hem marka çantaya, hem da eşarba... Longchamp, Hermes, Dior tercih ettikleri markalar... Ama en çok Burberrys eşarp seviyorlar...
Hayvan desenli olduğu için Versace tercih edilmiyormuş.
Cama yansıyan görüntümüze bakıyorum ve "Bu, ben miyim?" diye şaşırıyorum.
Leman’ın sözleri kulağımda o esnada, "Seni okuyan bir sürü türbanlı var, hepsiyle aranı bozacaksın. Sakın bütün hissettiklerini yazma" demişti.
Bakın, bozulmak, darılmak yok... Ne hissediyorsam yazacağım... Amacım, kimseyi yargılamak değil... Ama size yalan söylemek istemiyorum, lafı kıvırmak da...
Benim türbanla uyum sağlayabilmem mümkün değil. Bir kere yakıştıramıyorum kendime, olmuyor, aynada başka biri çıkıyor karşıma...
Şu anda da kafamı cendereye sokulmuş gibi hissediyorum.
Öyle bir baskı, sıkışıklık, rahatsızlık...
Her tarafım terliyor, şıpır şıpır, sırtım, gıdım, ensem, şakaklarım...
Yanımda yürüyen Demet’le konuşabilmek için, kafamı çevirmem yetmiyor, tüm bedenimle dönmem gerekiyor, dünyayı 180 derece algılayamıyorum...
Şaşırtıcı bir tespit, eskiden yolda yürürken insanlar bana bakardı.
Gazeteci olduğum, beni tanıdıkları için değil, evvel eski bakarlardı.
Bir enerjim vardı, hayat akardı içimden, geçerdi, hissederdiniz, hissederdim.
O şimdi yok. Ben sanki matlaştım.
Kimse, benimle göz göze gelmek istemiyor. Yokum sanki.
Acayip bir duygu.
Hayat boyu ayrışmaya, farklı olmaya çalışmışım. O da şimdi yok.
Bedenim bile sanki benim değil.
Demek ki, saç deyip geçmemek gerekiyor, bir bildikleri var ki kadınların kapanmasını istiyorlar, çünkü saç kapanınca, insanın yüzünün anlattığı şey azalıyor, kaba hatları çıkıyor, burnu öne fırlıyor...
Ve sizi temin ederim en büyük yalan "Türban göze vurgu yapıyor, gözün güzelliğini ortaya çıkarıyor..."
E bir şeyle avutacaklar kadınları!
Dezavantajı o kadar fazla ki, avantajından söz edilemez bile...
Aklımda bunlar, Abdi İpekçi’yi boydan boya yürüyoruz, Beymen’in yanından arka caddeye geçiyoruz...
Doğru ya doğru, Nişantaşılılardan bir tepki bekliyoruz, "Hooop!" filan desinler ya da kötü bakışlar fırlatsınlar...
Hiçbir şey olmuyor. Yeryüzünde kimsenin umurumda değiliz. Bir bakış fırlatıp hayatlarına devam ediyorlar.
Laf yok, hakaret yok.
Mahalle baskısı yok.
House Cafe’de latte’mizi içiyoruz.
Yine problem yok. Biraz hüzünlü bakışlar var, o kadar. Bir müdahale, bir aşağılama? Asla. Bir ara bana power pilates yaptıran hocam Hakan’ı görüyorum. Şöyle bir bakıyor suratıma, tanımıyor. Alıştım, birkaç tane daha tanıdıkla karşılaşıyorum, herkes kös bakıp geçiyor.
O yüzden zaten "karşı mahallenin kadınları" kafalarına renkli renkli baş örtüleri takıyorlar.
Bir top kumaşa dönüyorlar. Kendilerini bir şekilde göstermek istiyorlar.
Bu da çok anlaşılır, çok insani...
O mahalle, bu mahalle, hepimiz beğenilmek isteyen kadınlarız aslında...
Hüsrev Gerede’ye giriyoruz, kayınpederimin evine doğru yürüyoruz...
Deniz Seki’ye iletilmesi için bir mektup vermek istiyor.
Bari elden alayım...
İşte Haldun Dormen en şeker haliyle karşımda...
Bana diyor ki, "Kapıcıya bırakmıştım mektubu, aksilik işte, kapıcı da gezmeye gitmiş, buraya kadar boşuna geldiniz, üzgünüm..."
"Önemi yok" diyorum, "Ayşe yarın gelip kapıcıdan alır..."
"Yok yok, Ayşe zahmet etmesin" diyor, "Alya var, işi gücü var..."
İnanmayacaksınız ama kayınpederim benimle konuştuğunun farkında değil!
"Haldun Bey, benim Ayşe" diyorum.
"Nasıl yani!" diyor.
Sıra Beymen Brasserie’de.
Brasserie, Nişantaşı’nın sembolü...
Gidip en öne kuruluyoruz, salata ve diet kola söylüyoruz. Bakalım ne olacak? Bir iki masa biraz acayip bakıyor. Çok az bir küçümseme...
Ama o kadar.
Personel çok kibar. Çok anlayışlı.
Bence şöyle görünüyoruz, "Brasserie’de hep oturmak istemişler ama hiçbir zaman cesaret edememişler, bugün başarmışlar, kırmayalım, onlar da bizim insanımız. Kucaklayalım. Hem zaten asıl müşterimiz Güney’de tatilde, İstanbul da biraz boş, ne olur yani gelseler..."
Bir ara garsona soruyoruz, "Çok rahat ettik burada, teşekkür ederiz!"
"Ne demek!" diyor. "Eskiden olsa bu muhitte yadırganabilirdiniz ama artık alıştılar. Ayrıca bunda yadırganacak ne var, benim ailem de sizin gibi kapalı. Ben ve arkadaşlarım, biz herkese aynı muameleyi yapıyoruz. Hepimiz müşterilerimizsiniz. Her zaman gelebilirsiniz..."
Sonra hızımızı alamıyoruz, kendimizi başka semtlere atıyoruz. Vapurla şöyle bir Üsküdar yapsak nasıl olur?
Mısır alıp, motora biniyoruz.
Tabii alışmamış başta, türban adam gibi durmuyor, rüzgár yüzünden bazen saçma sapan hallere giriyor. Birbirimizin örtüsünü kolluyoruz.
Boğaz’ın rüzgárı, saçlarımızda gezinemiyor diye hüzünleniyoruz. Üsküdar’da, kalabalıklarda kayboluyoruz.
Her yer bize benzeyen insan dolu.
Varız ama yokuz.
Minibüsle sahil boyu gidiyoruz, otobüsle geri geliyoruz. Neşelenmek için çiçek alıyoruz, kağıt helvalı dondurma alıyoruz, kalabalıkla birlikte meydanda oturuyoruz, gelen geçeni izliyoruz. Bir ara bir ayakkabıcı takılıyor gözüme, ayakkabımı boyatıyorum. Ayakkabıcıyla sohbet ediyorum.
"Hadi" diyor Demet, "Karşıya, alkolsüz kokteyller içmeye, hafiflemeye..."
Ortaköy Four Seasons’da limonata içiyoruz... Herkes güler yüzlü...
Kılık kıyafetimiz hiç sorun olmuyor.
Ortaköy Meydanı’na yürüyoruz, hava da nasıl sıcak, pişiyorum.
Üzerimdeki her şey fazla geliyor.
Ortaköy acayip kalabalık...
Gözlükler deniyoruz, esnafın biri "Bunlar manken!" diyor, ay bir mutlu oluyoruz, yaşasın sonunda biri bizi beğendi, baktı ilgilendi...
Muhtemelen ondan alışveriş yapalım diye ama olsun hoşumuza gidiyor.
Hem "eski manken" demedi...
Algıda seçicilik bu olsa gerek, bir eşarpçı görüyoruz, güzelleşebilmek için tek şansımızın farklı renkte eşarp takmak olduğunu biliyoruz, dükkanın sahibi çok kibar, "İçeride oğlum var, söyleyeyim çıksın, siz deneyin eşarpları" diyor...
Da...
Leman ve iğneler yok...
Kafamızı açarsak yeniden nasıl bağlayacağız?
Dükkanın sahibi, bir tuhaflık olduğunu fark ediyor, "Yeni mi kapandınız?" diye soruyor.
Acıyarak, şefkatle...
Ama yargılayarak değil...
Kem küm edip geçiştiriyoruz.
Demet, pembe bir eşarp seçiyor kendine, ben mavi...
Ortaköy meydanına gidiyoruz, Levent arkamızda gölge gibi takip ediyor bizi. Bir süre kayıkların üzerinde oturuyoruz, geleni geçeni izliyoruz.
Şimdi istikamet Ortaköy House Cafe ...
Boğaz’ın en güzel yerindeki kafeye girince, "Oh be" diyoruz, bir güzel bara kuruluyoruz. Her çeşit insan var içeride, kimse kafasını bile kaldırmıyor.
"Bugünün en heyecan verici alkolsüz kokteyli ne?" diye soruyorum.
Bir Mohito geliyor ki...
İçine atla o kadar güzel, o kadar serin...
Bir ara aklıma düşüyor, "Yoksa bunlar bizimle dalga mı geçiyorlar?" diyorum, anladılar da numara mı yapıyorlar...
Yooo, gerçekten tanımıyorlar.
Servis iyi ve hızlı...
Orada Demet’le kara kara düşünüyoruz... Hiç beklediğimiz gibi çıkmadı...
Mahalle baskısı sıfır... Yandık... Bunun haber değeri yok... Ya da var mı?
Birilerinin bağırıp, çağırması lazımdı...
"Gidin, defolun, sizi istemiyoruz" demesi...
Demediler...
Neyse ne, olan bu...
Bir de Reina’yı deneyelim...
Oraya girmeye çalışalım...
Ne bileyim İzmir’e gidelim, Kordon’da çarşafla dolaşalım...
Haşemayla yüzelim...
Tüm bunları, alkolsüz kokteyl içerken düşündük.
Bir de alkollü içseydik!
Fatih’te minik etekle dolaşma fikri de o anda ortaya çıktı...
"Madem bizim mahallede türbanlı dolaştık... Bir de karşı mahallede mini etekle dolaşalım... Bakalım ne olacak?"
Aaaaaa, şurada dikilen Ferzan Özpetek değil mi?
Üzerinde bir tişört, bir bermuda, ayağında parmaktan geçme terlikler, Teşvikiye Palas’ın önünde birini bekliyor, yoldan gelip geçenlere bakıyor, bizi de tepeden aşağıya şöyle bir süzüyor. Ona doğru yürümeye başlayınca, yüzünde rahatsız bir ifade görüyorum.
Türbanlılar bu kadar direkt, doğrudan davranmıyor galiba, daha çekingenler, bizim gibi erkeklerin üzerine üzerine yürümüyorlar.
Yanında duruyorum ve "Beni tanımadın mı?" diyorum.
"Tanışmış mıydık?" diyor.
"Ne demek tanışmış mıydık!"
Benim onunla bir hukukum, bir arkadaşlığım var. Gözlerini, yüzümde gezdiriyor, tanıdık bir şey arıyor; bulamıyor. Deli mi ne, gerçekten tanımıyor.
"Benim ben!" diyorum, "Ayşe..."
"Hangi Ayşe?" oluyor.
Hálá tık yok.
Aman Allah’ım bu kadar mı değiştim?
Kim olduğumu söylüyorum, şaşkınlıktan küçük dilini yutuyor, "Hiçbir şekilde tanımadım" diyor, ekliyor "Ama ikinizin de beden dilinde bir tuhaflık var, tam kapalılar gibi değilsiniz. Sonradan kapanmış gibi duruyorsunuz. Kocasının baskısıyla filan..."
Abiye tesettür olayına da girdik
Merak ettiğimiz bir şey daha var.
Normal tesettür var tamam ama, bunun bir de lüksü var.
O nasıl tepkiyle karşılanıyor acaba?
Bir başka deyişle "abiye tesettür".
Demet siyahlara bürünüyor, ben beyazlara.
Gözümüze kalem-malem de çekiyoruz.
Şimdi kendimizi daha bir kadın gibi hissediyoruz.
En büyük nedeni de ayağımızdaki topuklular.
Daha zengin bir görüntümüz var, zavallı gibi durmuyoruz.
Şöyle bir gözlemimiz oldu; zenginlik, genel olarak insanların sinirine dokunuyor, daha önceki kıyafetleri giydiğimizde bize şefkatle bakanlar, şimdi kaşlarını kaldırıyorlar..
"Ne işiniz var burada" ya da "Para el değiştirdi, artık bunların parası var" gibisinden.
Ama yine de mahalle baskısı yok.
Biz, iki kadın, çok eğleniyoruz.
Bu halimizle bir sürü yere gidiyoruz.
Derken soluğu Akaretler’deki W Otel’de alıyoruz.
Direkt içeri giriyoruz, bara çıkıyoruz, hiç sorun olmuyor.
Sonra Der Die Das’a uğruyoruz.
Nihat Odabaşı, Aslı Altan, Deniz Akkaya, Mahmut Anlar, Ender Sanal, Murat Patavi bir ekip halinde oradalar.
Nihat, benim Nihat, "Michael Jackson anısına siyah ve beyaz giyinmiş iki kadın geldi" diye espri yapmış.
Ama tanımamış!
Bebek Kahve’deyiz
Olmaz demeyin oluyor...
Bebek Kahve’ye gidiyorsun, bin yıllık Selo seni tanımıyor.
Oysa, her şey aynı...
Her zaman oturduğun yere oturuyorsun.
Her zamanki gibi büyük Adaçayı istiyorsun.
Farklı olan tek şey, kafandaki türban...
Biz "Hop! Burası size uygun bir yer değil! İkileyin" türünden itici bir tepki bekliyorduk.
Olmadı.
Her zamanki Bebek Kahve’ydi.
Parayı ödemek için içeri Selo’nun yanına gidiyorum.
Tanımıyor.
Parayı ödüyorum.
"Özcan nerede?" diyorum.
"Ameliyat oldu."
"Aaa çok geçmiş olsun ne ameliyatı?"
"Tiroid" diyor, "Telefonu kaç? Bir arayayım" diyorum, "Bilmiyorum ki" diyor. "İnsan bu kadar yakını olan birinin telefonunu bilmez mi?" diyorum.
Selo, ona sürekli sorular soran türbanlı kıza sinir oluyor, numarayı veriyor ve "Hadi işim var hadi, hadiiiii..." diyor.
Abi, bu ayrımcılık ne b.k yiyeceğiz?
Reina komedisi
Reina’ya girmek için kendimize isim uyduruyoruz:
Fatima Abbas ve Rana Ebubekir...
Dubailiyiz.
Kebaba da çok meraklıyız.
Köşebaşı Dubai’de açıldı, pek sevdiğimiz bir lokanta, tatil için İstanbul’a gelince, o sevdiğimiz lokantanın denize nazır şubesinde kebap yemek istiyoruz.
Rezervasyon tamam. Gazeteden bizim için yapıyorlar. Fakat bir ültimatom var:
"Çarşaflılarsa unutun, giremezler!"
"Yok yok deniyor, misafirlerimiz modern tesettürlü."
"Tamam o zaman."
Ben fosforlu yeşil bir el feneri gibiyim.
Demet, sarılar içinde.
Reina’nın kapısında dikiliyoruz.
Size ne kadar eğlendiğimizi anlatamam.
Girişteki paniği görmeniz lazım... Koca koca adamlar bizi görünce ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz.
Almak istemiyorlar ama nasıl kıvıracaklarını bilmiyorlar. Bütün trafik durdu herkes bize bakıyor.
Al sana mahalle baskısı!
Ama yani olabilecek en kibar biçimde, gece kulübüne giremeyeceğimizi söylemeye çalışıyorlar.
Dubailiyiz ya güya, İngilizce konuşuyoruz, "Ama rezervasyonumuz vardı" diyoruz, defterden adımızı bulmak için uğraşıyoruz.
Aralarında konuşuyorlar, "Abi giremez bunlar, içeride isyan çıkar, baksana tamamen kapalılar, olmaz... Söyle... Bir şey uydur!"
"Sizin rezervasyonunuz akşam üzerineymiş, şimdi geç oldu, artık gece kulübü. Giremezsiniz" diyorlar.
Ne kadar yaratıcılar!
"Yoo biz şimdi de yeriz, önemi yok" diyoruz.
"Ablacığım" diyor, "Çok alkol var içeride... Neydi bunu İngilizcesi... Too much alcohol... Gelmez sana..."
"Biz alışığız" diyoruz, "Dubai’de gidiyoruz kulüplere... Diet kola içiyoruz..."
"Abi bunlar Dubaili, orası acayip bir yer, sen direkt de ki, İstanbul’da türbanlılar giremiyor böyle yerlere..."
"Oğlum diyemem... Ayrımcılık bu..."
"Demezsen yarın yine gelecekler, ne b.k yiyeceğiz?"
O sırada "Yarın akşam 7’de gelelim o zaman" diyorum ben.
"Gördün mü" diyor, "Mahvolduk!"
Görevlilerin hali o kadar perişandı ki daha fazla zorlamayalım diyoruz. Arabaya biniyoruz ve karnımız ağrıyıncaya kadar gülüyoruz.
Pislikten başka bir şey değilsiniz!
Kim ne derse desin...
Gözü karayım.
Bir sürü şeye balıklama atlarım. Benim tehlike çanlarım bir türlü çalmaz.
Hep "Bir şey olmaz!" derim. Dere tepe düz giderim.
Hayatımda ilk defa "Yapmayalım, değmez!" diyorum.
Korkuyorum, ödüm patlıyor.
Neden?
Çünkü Fatih’teyiz. Üstelik mini etekliyiz. Kimseyi rahatsız ya da huzursuz etmek istemiyoruz, tahrik etmek için de uğraşmıyoruz, nasıl bizim mahallede tesettürle dolaştıysak, nasıl İzmir’de çarşafa girdiysek, Fatih’te de mini etekle dolaşır mıyız, nasıl dolaşırız, onu merak ediyoruz.
Tepkileri görmek istiyoruz.
Yaradana sığınıp, yürümeye başlıyoruz.
Fatih genelinde hiçbir şey olmuyor.
Normal bir semt.
Tamam, belli ki mutaassıp insanlar yaşıyor, tek tük askılı ya da kolsuz elbiseli kadın var.
Bize biraz tuhaf bakıyorlar ama içimdeki tehlike çanları çalmıyor.
Amaaaaa...
İsmail Ağa Caddesi’ne gelince...
Hayatımda böyle bir şey görmedim. Aklımdan çıkmıyor.
Pakistan gibiydi.
Herkes cüppeli, sarıklı, sakallı...
Kadınlar çarşaflı...
Yolun başında, tek tük görüyorsun, sonra çoğalıyorlar, birden her taraftan siyah çarşaflı kadınlar çıkıyor. Ve arkalarından gelen cüppeli adamlar...
Yanlış anlaşılmasın, kim ne isterse giysin ama orası Türkiye gibi değildi, İstanbul’da gördüğüm hiçbir yere benzemiyordu, zaman sanki gerçekten durmuştu.
Fatihliler için bile marjinal bir yer.
Barbie bebeklerini tahrik edici bulanlar işte onlar...
Fatih’te dolaşırken tanıştığımız çok şeker tesettürlü bir arkadaşımız var, bize diyor ki "Yürürsünüz, Allah’ın izniyle yürürsünüz... Bir arkadaşımızı tokatlayarak sersem ettiler... Siz hiç durmayın, hızlı adımlarla caddeyi baştan başa yürüyün. Bir şey olursa koşabilirsiniz değil mi?"
Şimdi bu lafları siz duysanız ne yaparsınız? Korkmaz mısınız?
Ama başladığımız işi bitirmek gerek.
Caddeye dalıyoruz.
Sağlı sollu hacı yağı satan dükkanlar var, dini kitaplar, Kuran’lar, antika köstekler, tesettür kıyafetleri, aksesuvarlar...
Ortada da meşhur İsmail Ağa Camii.
Önümüze bakarak yürüyoruz.
Bir an çıplakmışız gibi bir duyguya kapılıyoruz çünkü öyle bakıyorlar.
Uzaktan bizi izleyen fotoğrafçı arkadaşımız Levent bile tırsmış durumda.
Üzerinde turuncu bir tişört var diye laf yemiş.
Bizim yediğimiz lafın, haddi hesabı yok.
Hele, sakallı cüppeli bir adam "Pislikten başka bir şey değilsiniz!" deyince...
Demet’le göz göze geliyoruz, adımlarımızı hızlandırıyoruz.
Ve kendimizi arabaya atıyoruz.
Byeeee İsmail Ağa Caddesi!