Dile kolay... 5 yaşındayken ilk tiyatro sahnesini kurmuş... Yemek masasının altını tiyatro, kırmızı yemek örtüsünü perde yaparak... Babasının eczanesinde öksürük şurubu hazırlayarak; kapı komşusu Kadir İnanır ile bakkaldan şeker çalarak geçirmiş çocukluğunu...
Gençliğinde Sander Kitapevi’nden kitap araklayarak devam etmiş “kariyerine”... Bir dönemin en ünlü kabaresi Yeşil’i açarken pavyon için ruhsat alabilmiş ancak. O pavyonda Zülfü Livaneli’den Yıldız Kenter’e, Sakıp Sabancı’ya kadar bilumum ünlüler sahneye çıkmış... Bugün hâlâ Pavyoncular Odası üyesi...
12 Eylül’de bir oyun sonrasında saldırıya uğramış; altı yerinden bıçaklanmış... “Dangalaklar için hiçbir şey yazmıyorum, kitaplarımdan salaklar hiçbir şey anlamaz, çünkü magazin gazetesine haber yazmıyorum” diyecek kadar cesur...
Kitabı için bu kadar fütursuz ama Yıldız Kenter ile birlikte ödül aldığı sahnede hocasının önünde diz çökecek kadar saygılı. Ali Poyrazoğlu hakkında anlatılacak daha çok şey var aslında ama bu kez onunla yeni filmi “Erkekler” hakkında konuştum. Tabii laf lafı açtı, usta yine daldan dala uçurdu beni... Haydi siz de buyrun bu tatlı sohbete...
* Yıllardır Ali Poyrazoğlu ile haşır neşiriz ama çoğumuz senin tiyatroya nasıl başladığını bilmiyor... - Konservatuvarda okurken Yenikapı’da takıldığımız bir kahve vardı. Bir gün sahibi Kemal abiye “Bize buranın arkasındaki depoyu ver, tiyatro kuracağız” dedik...
* Biz derken? - Müjdat (Gezen), Savaş (Dinçel) ve ben...
* Desene muhteşem ikili iş başında! Kovalamadı mı Kemal abiniz sizi? - Yok canım hem istediğimiz yeri verdi, hem de 30 sandalye... Hemen “Ağzı Çiçekli Adam”ı ve “Yolcu”’yu Türkçe’ye çevirdim. Her şey tamam da, aldı mı bizi bir düşünce; “Minik tiyatromuzu neyle ısıtacağız?” diye...
* Kıraathane neyle ısınıyorsa, onunla ısıtsaydınız... - Yahu biz arkadaki depodan bozma yerdeyiz... O sırada Yeşilköy’de eski bir konakta oturuyorduk. Ev büyük olduğu için 3 tane soba var... Bir gün annem evde yokken Müjdat’la gizlice eve girip, alt kattaki sobayı çalıverdik.
* Minareyi çaldınız da kılıfı nasıl ayarladınız? - Sorma... Soba o kadar ağır ki üç kişi ancak taşıyabildik. Yeşilköy’den trene koyup Yenikapı’ya kadar zor bela götürdük.
* Maşallah Dalton Kardeşler gibisiniz! - İnan her şey tiyatro için (gülüyor). Akşam eve gittim, annem deliye dönmüş. “Oğlum sobayı çalmışlar” diye feryat figan... Ben de “Anne delirdin mi, bu kadar antika eşya varken sobayı niye çalsınlar?” dedim. Annemi hırsızlık fikrinden uzaklaştırmaya çalışıyorum güya...
* Haram malın yahnisi nasıl oluyormuş? Kullanabildiniz mi sobayı? - Nerdeee! Kurduk sobayı bizim derme çatma tiyatroya, yaktık. Oyun başlayana kadar her şey yolundaydı. Derken ortalığı korkunç bir duman basmaz mı... Meğer bizim soba tütmeye başlamış. Oyuna devam ediyoruz ama göz gözü görmüyor... Seyirciler öksüre öksüre kaçtı... Neredeyse çatı tutuşuyordu bizim sanat aşkımız yüzünden...
* Bu haltları yerken kaç yaşındaydın sorması ayıp? - İlk tiyatromu kurduğumda 17 yaşında, konservatuvarda öğrenciydim. Adı da Grup 6’ydı. 6 kişiydik çünkü.
* Yıllar sonra da kendi adına ilk profesyonel tiyatronu kurmana Aziz Nesin önayak olmuştu... - Aziz Abi “Çocuğum kur kendi tiyatronu, sömürtme kendini, içindeki müziği yakala, rengi keşfet” diye verdi de verdi gazı... Ben de o gazla istifa ettim çalıştığım tiyatrodan... Senin anlayacağın rengi keşfettim ama içimdekini değil, dışımdakini. O da bembeyazmış, açlıktan...
* Parayı nereden buldun tiyatro kurmak için? - O zaman içimdeki hırsız yine ortaya çıktı. Annemin altınlarını arakladım...
* Kadını hücceten götüreceksin... - “Anne tiyatro için bana para lazım senin altınlarını çalabilirim, haberin olsun” dedim. “Aman baban duymasın da, ne yaparsan yap” deyince ben de altınlarla beraber evdeki halıyı da götürdüm sattım.
* Ağzından Müjdat (Gezen) adı düşmüyor... - Çok severim, çok da eşek şakası yaptık birbirimize ama bir tanesi var ki unutulmaz... Bilirsin Müjdat hastalık hastasıdır. “Üç gün sonra öleceksin, iki günün kaldı” diye ben bunu sahnede sürekli korkutuyorum... Hızımı alamayıp gece üçte telefon açıp “Ruhlar konuşuyor, 3 gün sonrayı bekle” diye taciz ediyorum...
* Testere 3 gibisin mübarek... - Dinle bak... Derken oyun sırasında rolümü abartıp, kollarından tutup sarsmaya başladım bizimkini... “Dur Allahını seversen beyin humması olacağım” diye yalvarıyor...
* Müjdat’ın intikamı korkunç olacak bu gidişle... - Herif ne yaptı biliyor musun... Sen tiyatronun elektrikçisiyle anlaş...
Pantolonun paçasından elektrik kablosunu sok, artı ucunu kolunun bir taraftandan, eksi ucunu diğer tarafından çıkar... Ben bunu yine sallayıp beyin humması yapacağım ya... Kolundan tutar tutmaz öyle bir elektrik çaptı ki, sahneden seyircilerin üstüne uçtum...
* “Asi Kuş” da tek kişilik bir oyun. Fark ne Cem Yılmaz’ın gösterilerinden? - O çok farklı bir şey yapıyor. Çok zeki biri. İlk sahneye çıktığı halini, kendini deneye deneye, sınaya sınaya nasıl pişirdiğini biliyorum.
* Cem’e “Bu işle uğraşmasın, muslukçu olsa daha mutlu olur” dediğin çok yazılıp çizildi... - Yahu kötü bir niyetim yoktu ki... Bir gece Savaş Ay, Cem’i yanımıza getirdi. “Bu çocuk sahneye çıkacak ama sizden utanıyor” dedi.
* Muslukçu muydu o zaman? - Yok canım. Acemiliğini yenmek için yanımıza gelmişti. Ama bu acemilikten bir usta çıkarmayı başardı.
* Cem Yılmaz oyunlarında güldürüyor. Senin ekstradan ağlatma yeteneğin var. Aranızdaki fark bu mu sadece? - Aynanın tersi ve yüzü gibiyiz. Cem aynaya bakıyor ve gördüklerini anlatıyor. Ben; aynanın arkasında, aynaya bakanlara bakıyorum ve gördüklerimi anlatıyorum. İki farklı bakış açısı diyebiliriz.
* Senin bir de televizyon dönemin var... - 1973 yılında Haldun Dormen, “Lüküs Hayat”ı büyük bir prodüksiyonla TRT’ye çekiyordu. Ben o zamana kadar hiç televizyon seyretmemiş, evinde hiç televizyonu olmamış bir oyuncuydum. Anlayacağın, televizyonu görmeden televizyona çıkmıştım. Yayının ertesi günü rahmetli İsmet’le (Ay) bende bir hava, bir hava attık kendimizi sokağa.
* Kolay değil artık ünlü oldunuz... - Biz de öyle zannediyoruz. İsmet’le Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı yürüyoruz. Ama ne tanıyan var ne eden... Derken, karşıdan elinde fileyle gelen, memur tipli bir adamın bize baktığını fark ettik.
* Desene sonunda tanıyan biri çıktı... - Çıktı da nasıl çıktı! İsmet merakla sordu adama “Dün Gece bizi seyrettiniz mi, nasıl buldunuz?” diye. Adamcağız şöyle bir bakıp “İçine sıçmışsınız koskoca ‘Lüküs Hayat’ın!” demez mi...
* Orada çuvallamışsınız ama ardından gelen Ali Uyanık tam bir Ali Poyrazoğlu uyanıklığıydı... - Ali Uyanık beni şöhrete kavuşturan diziydi. Delikanlı, futbol hastası, ne iş bulursa yapan, koyu Fenerli bir amigo tiplemesi... O dönem meğer, sit-com yaptığımı bilmeden Türkiye’nin ilk sit-com’unu çekiyormuşum...
Ali Uyanık sıkı Fenerliydi... - Ben Cimbom’lu olduğum için Ali Uyanık’ı Galatasaraylı yazmıştım. Ama sonra TRT’den Güneş Tecelli “Fenerli olursa daha çok tutar” diye baskı yaptı, kavga dövüş ikna etti beni. Kimseye eyvallah demeyen o tipleme, sonradan çok taklit edildi.
“Mükremin Abi” de Ali Uyanık’ın uzantılarından biridir. Aman polemik yaratma, birçok taklidi var Ali Uyanık’ın. Yılmaz’a yükleniyor gibi olmayayım.
* Yarım kaldı bizim Fener-Galatasaray muhabbeti... - Kalır mı hiç! Ali Uyanık TRT’de yayınlanırken, biz de Aziz Nesin’in “Deliler Boşandı”sını oynuyorduk Beyoğlu Küçük Sahne’de. Önce Ali Uyanık hayranı Fenerbahçeli taraftarlar geldi, ardından Galatasaray taraftarları tiyatroyu bastı!
* Seyreyle cümbüşü! - Hem ne cümbüş! Korhan (Abay) ile Aydemir (Akbaş), trampet çalıp camdan aşağı dev bir Galatasaray bayrağı açınca, beni alkışlayan Fenerliler bir anda yuhalamaya başladı. Ardından tiyatroyu polis bastı, bizi karakola götürdüler.
* Bizim oralarda “Yaş nane, kuru nane, senin sonun hapishane” derler... - Direkten döndüm oğlum! Kavga sırasında arabası hasar gören bir adam bizi mahkemeye verdi. Dava gerekçesini söylüyorum, sıkı dur; halkı isyana teşvik! Hakim “Bu çok gülünç bir olay” dedi de davayı düşürdü ve yırttık.
* Sit-com’u Türkiye ile bilmeden tanıştıran adam, bugün yapılan işler hakkında ne düşünüyor? - Valla en fiyakalısını ben yaptım zamanında. Aile Bağları’nı 55 bölüm çektik. İyi bir televizyon izleyicisi değilim ama Gülse’nin ‘Yalan Dünya’sını çok beğeniyorum.
* “Asi Kuş” oyununda “Aşk iki kişilik devrimci bir örgüttür” diyorsun. Söylediğine kendin inanıyor musun? - İnanmasam söyler miyim! Aşkın gerçeğe dönüşmesi için devrim gibi kendini yenilemesi gerekir. Eğer yenileyemezse ten paslanması, ten çürümesi dediğin o meşhur olgu çıkar karşımıza...
* Ten paslanması mı? - Tanıştığında “Onun koynunda ölmek istiyorum” dediğin insanın gün gelir “Kafasını hangi vazoyla kırsam?” diye düşünürken bulursun kendini. Ten eskimesinden kurtulmayı başaran çiftler, daha mutlu yaşar.
* Nedir bu “ten eskimesi” dediğin şey? - Ten zamanla eskir, çürür, paslanır, elektrik akımını kaybetmeye başlar. Filmler, şarkılar, güneşin batışı, romantik dokunuşlar ortadan kalkınca; aşk, sevişme dediğimiz kimyasal bir olaydan öteye geçmez.
* Ne yani biz kimyasal bir olay için mi deli divane oluyoruz? - Aynen. Dopamin, endorfin ve serotonin gibi hormonlar sevişme sırasından birbirine karışır. Organlardan geçip, kalpten beyine fırladığı anda kadında da, erkekte de bir şimşek çakar. Orgazm dediğin şey de bu işte. Bir süre sonra romantizm bitip bu şimşek çakmadığı zaman ten eskir, aşk cazibesini kaybeder.
* Bu kadar ahkam kesiyorsun; erkekleri ve kadınları tam olarak anladığını söyleyebilir misin? - Söyleyebilirim. Erkeğin kadını anlayabilmesi için önce kendi içindeki kadını keşfetmesi gerekir. Aynı durum kadın için de geçerlidir. Sakın bunu cinsellik anlamında algılama. Kadının içindeki erkeği, erkeğin de içindeki kadını bulması lazım aşkta. Sonrası çorap söküğü gibi gelir zaten.
* Sayın doktor Haydar Dümen, bu konuyu bir kenara bırakalım da, yeni filmin “Erkekler”e gelelim... - Absürd ve sulu bir komedi diyebilirim “Erkekler” için. Ama bu sulu komedinin altında; kadının erkeği, erkeğin de kadını ötekileştirmesi gibi çok ciddi bir mesaj yatıyor. Bizim gibi feodal toplumlarda erkeğe ilk olarak pipisiyle kadını yönetebileceği düşüncesi öğretilir.
* Söylediklerinden “erkekleri, kadınlara düşman yetiştiren yine kadınlardır” fikrini mi çıkarıyoruz? - Aynen öyle. Kadın düşmanı gibi yetiştirilen erkekler; kadınları eziyor, aşağılıyor. Kısaca, onların başına gelmeyen kalmıyor bu memlekette.
* Bu “erkek”lerin tedavisi mümkün mü? - Filmde biz de bunu sorguluyoruz. Ben, ünlü bir ruh doktorunu canlandırıyorum. Fikret de (Kuşkan) tedavi için bana gelen hastayı... Ona akıl verirken, onun yaptıklarının on katını yaptığım ortaya çıkıyor. Kısaca “Ben herkesi düzeltirim” diye akıl veren insanların, dönüp kendilerine baktıklarında diğerlerinden daha soytarı olduklarını anlatıyoruz.
* Erkekler, muhabbette belden yukarı çıkabiliyor mu? - Aferin oğlum sana! Bir bakıma filmin ana fikrini sordun. Film, kafası pipisine kaymış erkeklerin kendilerini ve hayatlarını ne hale getirebileceklerini anlatıyor.
* Sorusunu ben sordum, cevabını sen söyle... - Belden yukarı çıkmayı öğrenen erkek, nasıl mutlu olunacağının formülünü de bulmuş oluyor.
* Filmdeki doktorun karakterinden bahsetsene biraz... - Karısına kötü davranan, ilişkisini soğutmuş, hayalleri bambaşka şeyler üzerine kurulu 5 karakterli bir ruh doktoru rolündeyim. Bilinçaltımdaki diğer erkekler yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
* Zorlanmamışsındır... Sen de hayatı en az 5 kişilik yaşıyorsun zaten... - Beni boşver, konumuz film. Mesela kendi halinde aile babası doktorun içinden bir anda Recep İvedik gibi Anadolu zamparası da çıkabiliyor.
* Ama sen, Recep İvedik’e “soytarı” diye laf sokmamış mıydın? - Hayır laf sokmadım, bilakis övdüm Recep İvedik’i... Hatta Şahan (Gökbakar) da “Ali abinin söyledikleri doğrudur” diye beni tasdikledi.
* Ben mi yanlış anlıyorum yoksa kırk yıllık soytarı tanım mı değiştirdi? - Benim kitabımda “soytarı”; güldüren, şaklabanlık yapan adam anlamına gelmez. Kral onlara “izinli deli” olma hakkını vermiştir. Bugün maalesef Türkiye’de, anlattığım manada soytarı geleneği olmadığı için yöneticilere doğru yolu gösteren, kralın gözünü açıp cesur laflar edebilen insanlar da yok.
* “Erkekler” senin 8 yıl sonra ki ilk filmin... - Bodrum’da paşa paşa tatilimi yapıyordum...
* Lafını kestim ama sana “Bodrum’un son paşa”sı diyebilir miyiz? - Güzel iltifat ama biz “paşa”lık unvanını Zeki beyden sonra rahmetli Ferdi’ye (Özbeğen) vermiştik. O unvan orada kaldı. Ben olsam olsam Bodrum’da...
* Albay mı olursun? - (Gülüyor) Yok, öyle askeri rütbe filan istemem. Ben Bodrum’u çok seven biriyim, Bodrum aşığıyım diyebilirler. * Neyse, kaldığımız yerden devam edelim...
- Faruk (Aksoy) senaryoyu gönderince çok beğendim. Bir ayda çekeriz dedi, iki buçuk ay esir kaldım.
* Kandırdı yani seni? - Aman ha! Sakın böyle yazma, çok alıngandır. Çekimler, ortaya güzel bir iş çıksın diye uzadı.
* Filmde neler olduğunu izleyince görürüz de, asıl perde arkasında neler oldu sen ondan bahset... - Düşünsene, iki ay boyunca, bir hastanenin sinir hastalıkları bölümünde üzerimde doktor gömleğiyle dolaştım. Tedavi için yatan hastalar beni gerçek doktor sanıp, akıl danışmaya başladılar.
* Bir bilseler senin onlardan daha deli olduğunu... - Önceleri “Ben doktor değilim” demeye yeltendim. Ama baktım yalan söylüyorum zannediyorlar, ben de mecburen doktor rolünü benimsedim. Çoğu zihni arızalı bu insanların sana içlerini açması heyecan verici, muazzam bir duygu. Bir ara şaşırıp, kendimi gerçekten doktor gibi hissetmeye başlamıştım.
* Desene film içinde film... Sanki Aziz Nesin’in “Deliler Boşandı”sını oynuyorsun... - Beni doktor sanmalarından daha da vahimi, Fikret’i tedavi ettiğim için onu da sahiden çatlak zannediyorlardı. Kim hasta, kim doktor, kim oyuncu, kim profesör, hepsi birbirine karıştı.
* Hayırdır, galaya gitmemişsin. Küslük mü çıktı aranızda? - Ne küslüğü, bu aptal şeyler de nereden çıkıyor? İki tane Ali yok, aynı saatlerde oyunum vardı.
* Kızma ama biraz küstah bir tavrın var... - Küstahlık değil, yürekli olmazsan sahnenin üzerinde seyirci sana ilgi göstermez. Biraz cüretli olmak gerekiyor. Çünkü izleyici, senin cüretini, farklı bakışını, onların ıskaladıklarını anlatasın diye sana gelir.
* Starlık senden sorulur yani... - Ben 30 senedir starım! Star olmak değil, star kalmak marifet. İki kez televizyona çıkınca herkes meşhur oluyor ama 30 yıl star kalabilmek çok zor. Bunu da kendimi değiştirmeye borçluyum.
* Maşallah, pek de mütevazısın. Hiç mi hata yapmazsın? - Yapmaz olur muyum? Hatalarımın üniversitelerinden mezun oldum. Her hatamı bir öğretiye çevirdim. Onun için hiçbir şeyden pişmanlık duymuyor, depresyona girmiyorum.
* Şu ters tepen öğretilerinden birini anlat da nasibimizi alalım... - Yıllar önce Kulüp 12’yi devraldım ama olmadı. Çünkü başka bir gelenek vardı orada. Ünlü sanatçıları birebir taklit eden şovlar koydum. Paris’te, Londra’da ortalık yıkılırken Türkiye’de ilk denemeyi ben yaptım ve battım. Ama senin işine yaradı. Yıllar sonra açtığın kulüpte aynı adamları sahneye çıkarıp, sayemde adam oldun. Allah razı olsun usta.
* Gelelim tiyatroya... Dönüşümlü olarak “Kaplumbağa” ve “Asi Kuş”’u oynuyorsun. Hatta “Kaplumbağa”daki performansınla yaş olarak sınırları zorluyorsun... - “Kaplumbağa”, “‘Hamlet’ten daha kazık bir rol. Gençler dahil, tekniği kuvvetli olmayan hiç kimse kolay kolay bu işin altından kalkamaz. Ayrıca, yaşımın nesi var?
* Senin herkese meydan okumandan bahsediyorum... - Evet, zaman zaman kendime meydan okumayı severim. İnsanın en büyük rekabeti kendiyle olanıdır. Aklı başındaki herkesin böyle yaşaması lazım.
* Bir de “Asi Kuş” var tabi... - O da kıyamet gibi, öbür uçta yaptığım şeylerden... “Asi Kuş”u seyretmediysen tiyatroya gitmemişsindir gibi bir moda çıktı. 3-5 kere gelip izliyorlar oyunu.
* Tiyatro sahnesine nasıl gelip kondu bu kuş? - Borusan Filarmoni Orkestrası için “Carmen Operası”nı hazırlarken yazmaya karar verdim. Baktım Carmen’in içinde başkaldıran, özgür kadınlarla ilgili bir tema var. “Erkekler bizi hiçbir zaman ehlileştiremeyecek çünkü bizler özgür ve asi kuşlarız. Özgürlüğün temeli, kadının içinde saklı” diyordu. Bu sözlerden çok etkilendim, oturdum “Asi Kuş”u yazdım.
* Dünya sana güzel. Bir şarkıdan bir oyun çıkarıyorsun... - Çok disiplinliyimdir. Sabah 6’da kalkıp Carmen’i açıp, çalışmaya başlıyorum. Tabii bütün apartman da benimle birlikte uyanıp dinliyor operayı. İki buçuk ay sonra, ekonomi profesörü olan yan komşum sabah altıda kapıma dayandı.
. “Yeteeeer yeteeer” diye bağırmaya başladı. “Bütün apartman sayende Carmen’i hatim etti. Merak etmeyin size bir şey olursa, biz gider yönetiriz orkestrayı. Hatta ine çıka en çok kapıcı Osman ezberledi” dedi (gülüyor).
* Yani kaptırdın Osman’a şefliği... - Osman ne isterse kapsın (gülüyor). Başka işlerin peşindeyim bu aralar. Borusan Filarmoni Orkestrası’nı bu sene martta yine ben yöneteceğim. Müthiş bir proje olacak. Sakın sorma, anlatmam.
* Madem anlatmayacaksın niye girizgah yapıyorsun? - Dolmabahçe’deki Borusan Oto’nun içine, 120 kişilik deneysel bir tiyatro sahnesi kurdum. Orada fevkalade gösteriler yapıyorum. İlki müthiş geçti, ben bile inanamadım ortaya çıkana...
* Niye bizim haberimiz yok? - Bu çok özel, basına kapalı bir gösteri. Gelen konuğa ve konuğun davetlilerine göre içerik değişiyor. Adı “Baş Başa”. İlk konuğum Borusan’ın CEO’su Agah Uğur’du. Davetlilerinden gelen sorulara çok cesur cevaplar verdi. CEO olmasa, bir stand-up yıldızı olabilirmiş. Muhteşem bir performans sergiledi.